Pazartesi, Mart 28, 2016

Dawn of Justice


Evde en az üç aydır konuşuyordu Tuna, gelir gelmez gittik. Film, hikâye olarak herhangi bir orijinallik taşımıyor, kötü adamın ortaya çıkışı ve altedilişi çok fena klişe... Öte yandan türe ilişkin, çocuksuluk vardı diyemem, hele ki Marvel uyarlamalarıyla kıyaslarsam... Daha çok Nolan'ın üçlemesini andıran bir karanlık hava var... Belki yine Marvel uyarlamalarıyla bir benzerlik kurulabilir, çok kahramanlı bir film evrenine geçiyorlar. E böyle olunca zaman yetmiyor, hikaye oturmuyor, çok karışıyor, yalınlığın bir gücü vardır, ona teğet bile geçemiyorlar...Bir kıyas daha yapayım, devlerin finaldeki kavgası, o denli etkileyici değil... Dijital olarak çok ama çok iyisi yapıldı diyelim...

Kişisel bir not, içinde Süpermen olan bir şeyin yeni olamayacağını düşünüyorum, varsa yoksa nostaljisi, öyle yaşıyor çünkü... Arkadaşımızın filmdeki meselesi nedir, derdi nedir bir türlü anlayamıyoruz...anlıyoruz da inanamıyoruz çünkü bu dünyaya, yaşadığımız zamana dert gibi gelmiyor Kriptonlunun halleri... Ben olsaydım, LL ile gerilime sokar, yoğunlaşmayı, tek başınalığı koyulaştırırdım. Annesi filan dahil edilmiş, dramatik odak dağılmış... Harcama başrol oyuncunu... Ver üzülsün, ver 'yalnızım üleen' desin...Kız, Süpermen'den şüphe etsin, işin içine Batman girsin vs...Süpermen niye darlanıyor da babasını görüyor çok anlamıyoruz... Manitası yanında, anası evinde, halk seni seviyor, e bir siyasetçi demokrasi filan bir şeyler diyor, dert mi, biri de diyecek, ne ki bu? Allah için ömrümü verdim, otuz yıl okudum, doktora yaptım, o senatör ne diyor anlamış değilim bu arada...

Filmde Batman'ın Süpermene neden garezlendiği de tam anlaşılmıyor, iyi anlatılamıyor demek istiyorum...

Güzel olan sahneler, Batman mitolojisine dair bölümler, film onunla açılıyor ve teknik olarak gayet iyiler...

Filmin müzikleri şahane..Zimmer ile Junkie XL işbirliği çok ama çok başarılı olmuş... Meraklısı, filmde WW'nin kostümleriyle yardıma geldiği anda çalan şarkıyı dinlemeli: Is She with You başladığı anda yerimde hopladım...

Mot..Tor!













Pazar, Mart 27, 2016

Çizgi Roman Hakkında


+ Dünyada çizgi roman ne zaman başlıyor? Farklı ülkelerde farklı gelişim göstermiş, bazılarında gazetelerde çoğalmış bazılarında çocuk dergilerinde… 
Evet, esas olarak 19.Yüzyıl sonunda yoğunlaşıyor. Başlangıç için 1895 yılını gösterenler var. Her yerde önce gazetelerde çoğalıyor. Daha öncesinde tek tük mizah dergilerinde çizgi romana benzeyen, kareler arası devamlılık gösteren, ardışıklık ilkesine dayalı hikâyeler görebiliyoruz ama her yerde asıl mecra gazeteler. Neden? Çünkü gazeteler daha çok satıyorlar. Daha çok sattıkları için yüksek telif ödüyor ve yetenekli insanları çalıştırabiliyorlar. Çizgi roman bir gazete sanatıdır veya gazeteler aracılığıyla yaygınlık göstermiş bir anlatım aracıdır. 

+Kimi kaynaklar çizgi romanın başlangıcını mağara resimlerine ya da minyatürlere kadar götürüyor. Sizin buna katılmadığınızı biliyorum. 
Resimle bir şeyi anlatma ya da anlatılan şeyi pekiştirme anlamında resmi kullanma çizgi romanla başlamış değil. Ama bugün bildiğimiz anlamda çizgi romanın başlangıcı basının gelişimiyle, ticari gazetelerin doğuşuyla paraleldir. Çizgi roman niye kullanıyor. Gazeteyi daha çok satmak için. Okur yazar oranı az olduğu için yazıyı azaltıp görselliği artıyorsun, bu bir pazarlama tekniği. İnsanlar resimli bir şeyi daha iyi anlıyorlar. Fotoğraf yaygın değil, üstelik anlatılan şey tahkiyeli ve esprili bir şey. Takip ediliyor, merak uyandırıyor. Çizgi roman bir ihtiyaca denk düşüyor, ticari olarak pazarlanıyor, satış için araçsallaştırılıyor.

+ Çizgi roman sanat değildir tartışmasının buradan çıktığını söylemek gerekiyor galiba.
Evet ama şunu da hatırda tutalım. Piyasa her zaman ve her yerde, sanat için belirleyicidir. Öyle ki gelenek bile piyasa tarafından belirlenir ve pazarlanır. O gelenek piyasa için pazarlanabilir değilse yaşayamaz. Kaldı ki başlangıç itibarıyla bizatihi piyasa tarafından belirlenmiş, endüstriyel kodları belirlenmiş bir anlatım biçiminden söz ediyoruz. Çizgi romandan kimse sanat olmasını beklememiş. Bunu sinema için de söyleyebiliriz. Tefrikalarla yürüyen, gün be gün gazetelerde yayınlanan –sonradan kitaplaşan- edebiyat için de…Sanat ve itibar daha sonra gelir, orada başka türden bir kurumsallaşmaya ihtiyaç var.

+ Çizgi roman sanat mıdır?
Bu tür tartışmaları sevmiyorum, sanattır veya sanat değildir demek bana vakit kaybı gibi geliyor. Sanat olduğunu söyleyen, ispat eden binlerce yayın var. Akademide yeri var, yarışmaları ve konferansları var. Bu saatten sonra çizgi romana sanattır veya değildir demek romantize etmekten, özcülük yapmaktan başka bir şey değil. Meseleye iyi hikâye kötü hikâye, nitelik ve vasatlık, hatta bayağılık diye bakabilir ve ayrıştırabiliriz. Her zaman daha ciddi üreticiler, insana dokunan hikâyeler ve çizgiler ve yine her zaman birbirinin aynısı hikâyeler ve ticari klişeler oldu. Çizgi roman, bugün değişmekle birlikte, halen büyük ölçüde çocuklar düşünülerek üretiliyor. Eğer bir hedef kitleniz varsa hikâyenizi ona göre kurarsınız. Çocuklar için daha basit bir hikâye düşünürsünüz. Hikâyeniz karmaşıklaştıkça okurunuz değişir. Çocuklar bir grafik romanı anlamazlar. Grafik roman dediğim, çizgi romanın daha edebi olan ve sanat niteliği yüksek yeni bir türü. Grafik roman daha saygın ve sanat itibarı görüyor, ciddiyetle değerlendiriliyor.

+ Geriye döneceğim, mağara duvarları veya minyatürler neden bir başlangıç noktası olarak görülüyor sizce
Saygınlığın önemli bir ölçüsü tarihtir. Ne kadar eskiyse o kadar uzun yaşamış demektir. Ben bu türden arkeolojik kazıları çizgi romana saygınlık kazandırma çabası olarak görüyorum. Nafile demeyeceğim ama benim inanmadığım bir şey. Ben çizgi romanı hikâye anlatma sanatının bir parçası olarak görüyorum. Söz sanatlarına başvuruyor ama edebiyat değil, sinematografi dediğimiz şeye epeyce benziyor ama sinema değil. Çok kendine özgü bir anlatım dili var. Derdini anlatıyor mu güzel anlatıyor mu, bir derdi var mı, eleştirme potansiyeli, bu dünyayla hesaplaşma arzusu var mı beni o daha fazla ilgilendiriyor.

+ Türkiye’deki ilk örneklere dönelim. Yaygınlaşma dediniz hangi tarihlerde oluyor bu?
1930’lu yıllar demek lazım. Öncesi de var tabii. Mizah dergilerimize, çocuk dergilerimize baktığımızda yabancı dergilerden alınmış, bizim çizerlerimiz tarafından kopyalanmış çizgi roman örneklere rastlıyoruz. Aşağı yukarı bütün Avrupa gibi bizde de yoğunlaşma otuzlu yıllarda yaşanıyor. Bizdeki popüler kültür tarihinin gelişimine bakarsak bu dönem Amerikanlaşmanın belirginleştiği, globalleşen Amerikan kültürünün etkilerinin kendini gösterdiği yıllar. Amerikan popüler kültürü, sinemasıyla, çizgi romanıyla, müziğiyle tüm Avrupa’yı etkiliyor. Neden daha önce değil de 1930’lar? Amerikan çizgi romanları, yirmili yıllarda endüstrileşmeye başlıyorlar. Gazetelerde her türden okura yönelik bir çeşitlenme oluyor. Kadınlar, erkekler ve çocuklar için ayrı ayrı bantlar üretiliyor. Yayınlanan bantlar farklı anlatım türlerine göre uzmanlaşsın isteniyor. Bir gazeteyi açtığınızda çizgi roman sayfası oluyor ve orada komik aile bantları, romantik hikâyeler, serüven dizileri birarada duruyorlar. Çizgi romanlar ajanlar tarafından üretilip gazetelere satılır oluyor. Üretim bu kadar profesyonelleşince pazarı genişletmek zorunda kalıyorlar. Amerikan çizgi romanlarının Avrupa’ya açılması da bu nedenden oluyor, üstelik ekonomik darboğaz da olunca, maddi kaynak arayışı artıyor. Avrupa’da her ülkede Amerikan çizgi romanı okunur oluyor. Ucuzlar, güçlüler, hazır bir malzemeye dayanıyorlar ve nitelikliler. 

+ Çizgi roman bir Amerikan sanatıdır derler  
Fransa’ya da çizgi romanın cumhuriyeti derler, bugün dünyanın en büyük çizgi roman pazarı Japonya’da. Bu tür adlandırmalar çok anlamlı değil. Çizgi roman, bir Amerikan sanatı olduğu için yıllarca Marksist soldan eleştirildi. Haklı yönleri olmakla birlikte epeyce sığ bir eleştiriydi. Buna karşın, global occupy muhalefetinin sembollerinden Guy Fawkes ve V for Vendetta, Amerikan çizgi roman endüstrisinin gücüyle popülerlik kazandı mesela. Örümcek Adam’ı farklı kültürlerden, farklı sınıflardan insanların nasıl algıladığını ölçebilmek kolay değil. Popüler kültürü anlamak istiyorsak, o tek ve mutlak biçimde, tek bir biçimde anlamlandıramayız. Kızılderililer, western filmlerinin ilk yarısını seyredip, televizyonu kapatıyorlarmış. İkinci yarıda maçı kaybediyorlar çünkü.

+ Çizgi roman ve siyaset ilişkisi ne zaman başladı sizce? Bizdeki örneklerden bakarak konuşursak aklınıza neler geliyor?
Siyasetten ne anladığınızla ilgili bir şey bu. Eğer bir çizgi roman çok satmak için basitleştiriliyor, anaakım değerleri eleştirmeden, sorunları görünürleştirmeden üretiliyorsa orada zaten siyasi bir tercih vardır. Siyaseti siyasetçileri bırakalım demek de siyasi bir tercihtir. Çizgi roman her zaman siyasiydi. Ekseriyetle şovendi, milliyetçiydi, erkekti, ahlakçıydı, apolitikti, anti-entelektüelistti ve bazen anti-politikti. Eğer bu noktadan bütüne bakarsanız çizgi romanı hayattan ve siyasetten bağımsız, azade ve dışarıda tutamazsınız. Mevcut kamusal değerleri destekleyen, belirginleştiren bir yönü hep olmuştur. Bizdeki ilk çizgi roman örnekleri tercüme edilirken yerlileştiriliyor. Gordon, Baytekin oluyor; Brick Bradford Bayçetin oluyor. Amerikan polisi bir bakıyorsunuz meşhur Türk polisi oluyor. Çocuk dergilerinde yönetici olarak ilkokul öğretmenleri çalışıyorlar. Pedagojik olarak, ahlaki olarak bir planlama yapıyorlar. Bu siyaset değil mi? Çocuklar şunu öğrensin bunu öğrenmesin demek siyaset değil mi? Amerikan polisini Türk polisine çevirmek siyasi bir tercih değil mi?


+ Ne amaçlanıyor bunu yaparak? Bir kompleks mi? Resmi bir tercihe dahil olmak mı?
Mutlaka terbiyevi bir tarafı var, milli kimliği inşa ediyorsunuz. Ders kitapları yazılıyor, dilden dine her şey revize ediliyor. Romanlar, oyunlar, marşlar, resimler sipariş ediliyor. Siz öyle bir ortamda, 1930’lu yıllardan söz ediyorum, çocuk dergilerini ve onların içinde yayınlanan çizgi romanları apayrı bir şey sayamazsınız. Bir defa yabancı olduğu için çizgi romanı yerlileştiriyorlar. Yabancı bir anlatının ahlaka ve eğitime mugayir olacağını düşünüyorlar. Çocukların dışarıdan gelen bir kültürün ürününü okuyarak olumsuz manada etkileneceğine inanıyorlar. Bunlar birer hap veya ilaç olarak görülüyor, insanlar bunu okursa şırıngadan enjekte edilir gibi düşünceleri değişir sanılıyor. Amerikalının yerine Türk’ü geçiriyorlar.


+ Türk olması satışı da etkiliyor mutlaka. 
Evet, zaten o tarihlerde bir çizgi romanı baştan sona alıp götürecek biz çizerimiz yok. Dergiler az sattığı için telifler de düşük. İyi telif veremezseniz nitelikli üretici de bulamazsınız. O yabancı çizgi romanın yerlisini-alternatifini üretecek çizer yok ortada. İlk dönem karikatüristlerimizi düşünün, o kadar azlar ki. Aynı tarihlerde Avrupa’ya baktığımızda da benzer sorunlar görüyoruz. Onlar da Amerikan çizgi romanlarını okuyorlar, ikame edilebilecek bir üretim yapamıyorlar. (...)


Not: Kısa bir bölümünü kullandığım söyleşi, dergiyi hiç görmedim, halen çıkıyor mu bilmiyorum, İstanbul'da yayınlanan Kırtıpil diye bir dergi için yapıldı. Söyleşiyi onlar istedi, sonra ortadan kayboldular. Çizgi roman sayısı yapacaklardı, galiba yapamadılar, ben sözümü tuttum, bana ısrar yapan arkadaşlar sırra kadem bastılar, maillere cevap vermediler vesaire. Yanlış olmasın, kimseyi suçluyor değilim, amatör heves böyle bir şeydir, iştah, inat ve ısrarla başlar, sabır varsa gerisi gelir, sabır yoksa kaybolur gider.

Cumartesi, Mart 26, 2016

Yeni Oryantaller



Oryantalist hikâye nedir, klişeleri nelerdir, tek tek sayamasak da hepimiz ucundan kıyısından anlatılanlara aşinayızdır. Beyaz Adam, medeniyetten uzak bir diyarda heyecanlı bir serüven yaşar, yerli halkı kurtarır, yanlışı düzeltir, doğruyu öğretir, karizmasıyla herkesi büyüler ve ait olduğu modern dünyaya geri döner. Oryantal hikâye bugün galiba epeyce çehre değiştirdi, ötelendi, o klişelerle tahkiye kurmak pek mümkün görünmüyor. Kısmen nostaljisi, daha çok komedisi yapılabilir sanki. Küresel, bölgesel, iktisadi uçurumlar bitmiş değil ama enformasyon yaygınlaştı, her ne olursa olsun liberter kültür hakimiyetini koruyor, geçmişin emperyal klişeleri aşındırıldı, başkalaştı. Yakınlarda iki yeni grafik roman yayımlandı. İlki, İstanbul’dan Bağdat’a süren bir yolculuğun, yazar Arnon Grunberg’in gezi yazılarından Hanco Kolk’un yaptığı bir uyarlama olan İstanbul’dan Bağdat’a (Alef Kitap). İkincisi, Afganistan’a çizer olarak çalışmaya giden Nicolas Wild’in yaşadıklarını anlattığı Kâbil Disko (Esen Kitap). İki albüm de yeni oryantal edebiyatın izlerini taşıyorlar.

Cesur erkek kahramanın canı pahasına karanlık ve bilinmeyen ülkelere girmesi, yüz yıl önce ne kadar ilgi çekiyorsa, bugün daha sıradan (her şeye gücü yeten erkeklik mitiyle gırgır geçebilen) bir erkeğin büyük siyaset oyunlarını, savaşı, kapitalizmi, fanatizmi eleştirerek gösterdiği seyyahlık aynı ölçüde ilgi çekiyor. Geçmişte muktedir erkek kahramanın yoldaşı ve hempası olan komik karakter, bugünün hikâyelerinin asıl aktörüne dönüşmüş durumda. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, o erkek kahraman sahiciliğini yitirdi, ikincisi sömürgeci arzular her kültürde biteviye eleştiriliyor, arkaik bulunuyor, mizahileştiriliyor. Her şeyden önce Batılı yazar böylesi bir muhalif algının içinde yazıyor artık. Kâbil Disko’da Wild sarsaklığını, saflığını, iyi niyetini, ürkekliğini resmederken her anlamda tahakküm edici siyasete/yaşam tarzına karşıt ideolojik bir tercihte bulunuyor. Grunberg, bir merakın peşinden gidiyor ama kendini büyük bir iddianın temsilcisi gibi görmüyor. Daha sıradan ayrıntılarla geçiştiriyor “günü”, küçük keşiflerde bulunuyor. Kişisel detaylar, otobiyografik nitelikler, siyasi göndermeler, modern olanla olmayanın mukayesesi, eleştirel olduğu kadar kendine dönük bir sarkastiklik hikâyelerin payandaları olarak göze çarpıyor. Yazarlar, neyle suçlanacaklarını bilerek anlatıyorlar anlatacaklarını. Wild, Kâbil’i anlatırken sömürgeci bir iddiaya yaslanmamaya gayret ediyor. Kötü niyetli bir adam olmadığını, kimseye nefretle, hor görerek bakmadığını vurgulamak istiyor. Kâbil’in içinde olduğu zor koşullardan, tekinsiz ve ölümcül hayattan endişelendiğini de gizlemiyor. Grunberg, Türkiye’de ya da Irak’ta karşılaştığı olaylar ya da insanlarla ilgili adamakıllı ciddileşemiyor, annesiyle yaptığı telefon konuşmaları, çevirmeni ve rehberiyle ilgili geçimsizliği daha önemli olabiliyor onun için. Her ikisi de işini yapmaya çalışırken sürüklenen, öğrenmeye ve neşeli kalmaya çalışan birileri gibiler. İkisi de kâbuslar görüyorlar, o kâbuslar hem endişelerini belirginleştiriyor hem de hikâyenin dramatik eksenini koyulaştırıyor. Çünkü her ikisi de bir savaş muhabiri gibi değiller, bize çatışmayı, yaşanan siyasi çekişmeleri veya tarafları anlatmıyorlar. Apolitik ya da anti-politik değiller ama dünya siyasetinde bir zekâ yoksunluğu olduğunu hissettiriyorlar. Grunberg, daha gazeteci gibi davranıyor Wild’e göre. Türkiye’de geçen bölümler, çizgi olarak çok belgeselci olmasa da merak uyandırıcı, küçük dedikodular, küçük yorumlar yapılıyor; nasıl “anlaşıldığımızı” okuyoruz. Halepçe’nin ünlü fotoğrafçısı Ramazan Öztürk’le, Murat Belge’yle konuşuyor ama Grunberg’in ne olup bittiği hakkında pek fikri yok, Wikipedia’ya başvuracak kadar yüzeysel olabiliyor örneğin. Gerçi yüzeysel görünmekle ilgili bir derdi yok, olsaydı Wikipedia’yı yazmazdı. Onun için önemli olan anlamak ve gerçeğe ulaşmak değil zaten; izlenimlerini paylaşıyor bizimle.

Wild, iş için, çizgi roman çizmek için Kâbil’e gidiyor. Başta BM olmak üzere çeşitli uluslararası yardım kuruluşları yerel halkların eğitiminde çizgi romanı yıllardır kullanırlar. Wild de böylesi bir sosyal sorumluluk projesi için kendisi gibi yabancı ülkelerden gelen yazar ve çizerlerle bir ajansta, Kâbil’de çalışmaya başlıyor. Böylelikle çalışanların rutinlerini, dış dünyaya kapalı olan hayatlarını, korkularını betimliyor bize. Adı savaşla, ölümün sıradanlığıyla özdeşleşmiş Kâbil’in yanına eklenmiş Disko ise albümün ironik ağırlığını vurguluyor, alt başlık bunu daha çok komikleştiriyor: “Afganistan’da Kaçırılmamayı Nasıl Başardım?” Modern dünya için Kâbil’e gitmek, ölüme davetiye çıkarmak, yoksunluk içinde yaşamak, hayatını riske etmek, büyük bir maceraya atılmak vs. olarak anlaşılabiliyor. Grunberg, Bağdat’ta gazetecilerle güvenlikçilerin bir arada yaşadığı otel odalarının ruh halini güzel anlatıyor, garip bir dezenformasyon içinde hep tedirgin, hep telefonla konuşuyor. Anlattığı hikâyelerden birinde, lobide buluştuğu kişinin sandığı kişi olmadığını, kandırıldığını ancak ikinci buluşmalarında fark edebiliyor. Bir başkasıyla uzun uzun ve boşuna konuşmuş, şaşırıp kalıyor, güvensizliği ve endişeyi çoğaltan bir deneyim bu. Farklı bir kültürde yapayalnızsın, düşmansın, istilacısın, ne yapsan yabancısın! Yaşadığımız hayatın yalnızlaştırıcı yönünü derinleştiren, dış dünyaya yönelik korkuyu çoğaltan bir hezeyan hatırası çizmiş.

Wild, Grunberg’e göre daha geveze bir anlatıcı, ironik hikâyeciliğini pekiştiren sevimli bir frankofon çizgisi var, öte yandan, Hanco Kolk’a nazaran daha geleneksel kompozisyonlar kuruyor karelerinde. Kolk ise sahiden incelenmesi gereken yenilikçi bir anlatım dili istiflemiş, Grunberg’in anlatısını görsel olarak nasıl daha iyi resmedebilirim, ardışıklığı nasıl daha iyi gösterebilirim’i dert edinmiş ve uğraşmış. Oryantal ağırlıkları nedeniyle iki albümü birlikte okumanın faydası şu: Benzerlikler ilginç, kültürel karşılaşmalar/tanışmalar ilginç. Biri mainstream diğeri avangart duran iki albümün siyaseten doğrucu mesafesi ve ironik kayıtsızlığı (bunu yaparken siyaset konuşması) ayrıca ilginç. Oryantal edebiyatın yeni görünümlerine güzel birer örnekler.

Radikal Kitap, 25.3.2016

Pazartesi, Mart 21, 2016

Yabancı da Olsa... Di mi?


Bomba sırasına İstanbul da girdi... Twitter'da, Ankara ile İstanbul patlamasının bir karşılaştırmasını yapabilirsiniz, sayısal olarak bu mukayeseyi yapanlar da var zaten. İstanbul patlamasıyla ilgili mesaj sayısı, patlamanın IŞİD militanlarınca gerçekleştiği andan hızla azalıyor. Tuhaf tabii...

Biliyorsunuz hükümet ve AKPliler IŞID değil de DAEŞ demeyi terich ediyor. Siyaseten bir sempati de gösteriyorlar örgüte. Müslümanların terörist olamayacağına dair bir idealleri var. Oysa o kadar çok eylem yapıyor, o kadar çok öldürüyorlar ki görmemeleri imksansız. Üstelik aklı başında her insan bilir ki fanatizmin dini, ırkı, cinsiyeti yoktur...

AKP'lilerin milliyetçilik temelindeki genel eğilimleri, muhaliflerin teöre destek verdiğini vurgulamak... O sebeple, kendilerini eleştirenleri terörist olmakla, PKK'lı olmakla suçluyorlar. HDP ile PKK'yı özdeleştiriyor, teröristlerin mecliste yer aldığını iddia ediyorlar. Dokunumazlıkların kaldırılması için çaba gösteriyorlar. Olabilir, insanlar farklı düşünceleri savunabilirler, iddialarını sakince veya alışık olduğumuz biçimde hışımla yapabilirler.

Yapılanlar her türlü muhalefeti, marjinalleştirmeye yarıyor, onu amaçlıyor ama görüştür, anlamaya çalışırız. Türkiye'de siyaset böylesi bir mantıkla yürüyor, değişeceğini beklemek saflık olur.

Muhalifleri terörist sayan mantığın bir karşılığı var ki onu fark etmemek imkansız. Hani derler ya, "dinime küfreden Müslüman olsa". İlk soru şu, her muhalife soruluyor ya, PKK terör örgütü mü değil mi? Tam bu noktada iktidar partisine şu sorulmalı IŞİD/DAEŞ terör örgütü mü değil mi? Bu örgüte sempati duyuyor musunuz? Devamı da var: IŞİD/DAEŞ sempatizanları meclis'te ne arıyor? Teröristler mecliste (mi?)

Ben bu mantığı bütünüyle saçma buluyorum. İçinde bulunduğumuz koşulları değiştirmeye yönelik herhangi bir faydası yok çünkü... Bağlamla ilgisi olmayan bir soruya cevap yetiştirmeye zorlanıyor insanlar. Ortalık şahinlere kalıyor. Vuralım, kıralım, asalım rağbet görüyor.

Bu vasatlık sürüp gidecek...

Bir toplum, devletinin güvenliğinden sorumlu değildir ama bir devlet, toplumunun güvenliğinden sorumludur desek kim dinler bizi...

Geçiyoruz bir kalem...

Hadi ondan geçtim, normal bir ülkede, ölenler için "yabancı da olsa insan" mealinde konuşabilen bir siyasetçiyi tefe koymamız gerekir...

Daha fenası, ölenlerin yabancı olduğunu öğrenince ferahlayan bir çoğunluk karşısında utanmamız, irkilmemiz gerekir...

Ve açık konuşalım, irkilmekten başka bir şey gelmiyor elimizden...

Pazartesi, Mart 14, 2016

Ben de Şunu Soruyorum


Bombanın patladığı yer şehrin göbeği, altta metro, hemen sağında otobüs ve dolmuş durakları... Kaba bir hesapla dakikada en az on bin kişinin devir daim yaptığı, bir yerden bir yere gitmek için ulaşım araçlarına bindiği bir yer...

Ankaralı olup da oradan geçmeyen insan yoktur.

Patlamadan sonra pek çok kişiden şunu duymuş olabilirsiniz, "her gün geçiyorum", on dakika önce oradaydım", "oradan geçecektim" vs...Ben mesela, evime gitmek için o noktaya gidiyor, bombanın patladığı yerden bir araca biniyorum. On ya da yirmi metre ilerisinden..Hem de tam o saatte...

Orada olabilirdik hissiyatı korkunç...

Bunu hissedelim isteniyor, korkalım, daha çok korkalım, razı olalım...Bu Ankara'daki son altı ay içindeki üçüncü patlama...

Vatandaş olarak devletten güvenliğimizi sağlamasını istemek hakkımız, sorumlu ve muhatap istemek yine hakkımız... Yok olmuyorsa, yüzlerce insan ölüyor ve yaralanıyorsa...öfkelenmek normal, kahırlanmak da... Orada, o parkta o kadar çok polis var ki, buna rağmen bunlar oluyorsa, şaşırmak, irkilmek, delirmek de hakkımız...

Aktüel siyaset, kimden yanasın sorusuyla yürüyor. Giderek sayıları azaltılan veya şöyle demeli, büyük medyada konuşma ve kendini ifade etme imkanı sınırlanan muhaliflere, medyatik bir gösteri içinde ve sahiden sıkıştırılarak hep şu soruluyor: "PKK terör örgütü mü değil mi?"

Bu soru sorulup, dik dik bekleniyor, muhatap soruya evet mi diyecek yoksa hayır mı, yoksa tereddüt mü edecek, evet dedi ama yoksa yalan mı söyledi, aslında hayır demek istiyor vs... Kırk çeşit tefsir...

Ankara patlamalarında devran benzer bir biçimde yürüdü, yürüyor. Sen önce bir terörü lanetle, boşver şimdi, senin asıl niyetin, -afedersin- hükümeti eleştirmek -buna da siyaset yapmak- deniyor.

Hakikaten anlamıyorum, eleştiri yapabilmek için temiz kağıdı mı gerekiyor?

Demokrasinin gereği olarak benim muhatabım kim olabilir? Kime yapacağım şikayetimi? Kim olduğunu bilmediğim, masum insanlara saldıran bir katillle mi konuşacağım yoksa okullarında okuduğum, yükümlülüklerimi yerine getirdiğim, kanunları altında yaşadığım ülkenin seçilmiş ve atanmış bürokratlarına mı gideceğim...

Kendinde öldürme hakkı olduğuna inanan her insan tekinin, her silahlı eylemin karşısında olduğumu neden açıklamak zorundayım. Konuşma ve eleştiri hakkım neden şartlara bağlanıyor?

Neden koşulları değil de koşulları eleştireni sorguluyoruz. Bu koşullar neden oldu, bu patlamalar neden şimdi oluyor, neden durdurulamıyor diyemiyoruz .

Bombanın patladığı yerde belki bin tane  polis var, yine olmuyor, yine yetmiyor işte...  "Kanımız yerde kalmayacak", "canımız vatana feda" filanlarla ömrümüz geçti...

Şunu soruyorum, bombanın patladığı yerin beş ya da altı durak aşağısında, Ulus'ta, Hacıbayram'da, İsmetpaşa'da, bu kadar şehrin içinde kendine Müslüman diyen silahlı bir örgüt yapılanması var mı yok mu?

Bombanın patladığı yere çok yakın bir yerde yaşıyor, silah talimi yapıyor, silahla dolaşıyorlar da... Vatandaş olarak merak ediyorum.

Kim onlar biliyorsunuz, hükümet yanlıları başka, dünya başka türlü adlandırıyor bu örgütü...

Herkesin sorusu başka, kimi ezberden, kimi öfkeden, kimi meraktan...Benimkisi de bu...

Cumartesi, Mart 12, 2016

Dergilerde Çizgi Roman


Kafa'da Sefa (Sofuoğlu) ile İrem'i Beklerken, 221B'de Murat  (Başol) ile Bozkır, Fitbol'da Berat (Pekmezci) ile Payidar'ı yapıyoruz. Radikal Kitap'ta fırsat buldukça, Sabit Fikir'de her ay çizgi romanla ilgili yazılar yazıyorum. Hortlak'ta çizgi roman klasiklerini anlattığım Memleket Çizgisi adlı bir dizi yazıyı da sürdürüyorum. Benimkisi biraz çocukluk hikayesi...Biraz takıntı, biraz bu dünyaya katlanma biçimi...Hayat dumanlı, kafa açıyorum...

Çarşamba, Mart 09, 2016

Hortlak 3.Sayı


Hortlak, üçüncü sayıda, Engin Ergönültaş'ın ünlü çizgi dizisi Zalim Şevki-Kelek Osman'ı yazdım...

Salı, Mart 08, 2016

Yasak Filan da Nereye Kadar...


Yasak anladık da... Yasak filan nereye kadar gidecek...Bırak içini döksün, konuşsun, sokağa çıksın, söylesin söyleyeceğini...

Neleri konuşuyoruz. neleri anlatıyoruz...Boşuna okumuş, boşuna o kadar sınav kağıdı doldumuş, boşuna o kadar anlatmışız...İlkokul çocuklarının ders kitaplarında var bu artık...

Demokratik hak nedir, buna bile izin yok mu diyeceğiz...

Pazartesi, Mart 07, 2016

National Geoglathif: Metropolün doğası, doğanın metropolü


Latif Demirci, gün be gün üreten, iştah ve devamlılık gösteren yıldız çizerlerimizden… Ne yazık ki pek çok büyük çizerimiz, Demirci’nin yaşıtları, büyükleri veya küçükleri artık çizmiyorlar. Şu ya da bu nedenle meslekten uzaklaştılar, kimileri reklam sektöründen gelen siparişlerle yaşıyor, kimileri vinyet çiziyor, kitap resimliyor filan. İstisnaları vardır muhakkak da ekseriyeti “çok yanlış yapılıyor çook” tadında siyasete öfkeyle, mesleğe ilgisizlikle bakarak geçinip gidiyor. Latif Demirci ise çalışıyor, başka türlü bakıyor yaptığı işe. Sakin, usul usul, mesafeli, tecrübeyle, zekice eleştiriyor hayatı. Üstelik sadece yaptığı işle hatırlanmak ister gibi medyatik teşhir ve algının dışında yaşıyor. Öyle ki onu yaptığı işle ilgili konuşurken bile görmüyoruz. 

National Geoglathif son albümü. Karikatürlere atılan tarihlere bakılırsa 2012’de tamamlanmış bir çalışma. Her çizerin bir çevre tasarımı, dünyayı resmetme biçimi vardır. Buna çizgiyi kullanma tercihlerini, kare içi boşluklarından yüz ifadelerine varıncaya kadar çeşitlenebilecek kendine özgülükleri katmak gerek. Latif Demirci az çizgiyle anlatan çizerlerden. Görür görmez onun tarafından çizildiği anlaşılan yuvarlak gözlü, yuvarlak burunlu karakterlere sahip. Özel bir vurgu yapmadıkça hepsi ince kollu, ince bacaklılar. Hiç biri pek konuşkan değil. Demirci çizerek, yazıya yüklenmeden anlatmak istiyor derdini.

Gırgır’da, dergilerde çalıştığı yıllarda balonu-sözü öne çıkartan bir tarza sahipti. Tek başına üretmeye başladığında sözü giderek azalttı, üstelik mizah dergilerinde balonların çoğaldığı, gevezelik düzeyinde diyalogların faş ettiği bir dönemde bunu yaptı. Gazete okuruna çiziyordu, siyasi ve medyatik gündemi özetleyecek espriler bulması isteniyordu. Gazete karikatürü, mizah dergilerinde yayınlanan karikatürlerden mantık olarak farklıdır. İlkinde manşeti ve gazete gündemini pekiştirmeye odaklanırsınız ve okurunuz, karikatür okuru değildir. O okurun asıl derdi siyaseten hasmanelik görmek ve rakip partinin eleştirisinin yapılmasıdır. Öte yandan basit bir ifadeyle, o karikatür olmasa da gazeteyi satın alacaktır. Oysa mizah dergisi okuru, çizgi ve espri için satın alır dergiyi. Bir mizah dergisi siyasi tercihlerle satın alınıyorsa eğer bilin ki o dergi artık az satıyordur.

Yakın döneme kadar gazete karikatürlerinde Türkiye’de 50’ Kuşağı denen karikatürcülerin bariz bir egemenliği vardı. Turhan Selçuk, Ali Ulvi gibi isimlerin vefatlarından sonra bir yenilenme olmadı, üstelik tarz da uzun yıllar boyunca eskimişti. Salih Memecan biçimi “cartoon” havasında sağ tandanslı bir biçim gazeteleri domine etti veya o tarzın yerine ikame edildi demek gerekiyor. Demirci, Hürriyet’te hem kendi üslubunu korudu hem de aktüel siyasete yönelik ironik bir dil tutturdu. Daha sofistike, daha neşeli, daha derinlikli bir espri aurası yarattı. Kişisel fikrim, pozcu bir suskunluğu, önemli bir şey söyleyecekmiş beklentisini bana espri olarak çok seviyormuş gibi geliyor. Kişisel memnuniyetsizlikler, farklı görünme halleri, hinlikler, bir hava yaratma arzusunu epeyce diline doluyor çünkü.

National Geoglathif, kendi zevki-hayali için çizdiği karikatürlerden oluşuyor. Ünlü doğa dergisini andıran bir kapak istifi seçmiş kendine. Şehir doğası, insan doğası, ticaret ve ilişki doğasını anlatıyor daha çok. Karikatürler dışında açıklayıcı bir yorum ya da yazı kullanılmamış. Karikatür diyorum ama kimileri için illüstrasyon denebilir, mevcut durumu resmeden betimleyici çizimler bunlar. Tezatlıklar ilgisini çekmiş, nohut pilavcı seyyarın hamburger yemesi, kanarya severler derneğinde kavga edenler, kotrasıyla sahile yanaşıp salaş çaycıdan çay isteyenler, safari cipiyle kenar mahalleden geçerken video çekim yapanlar gibi tezatlıklar kurmuş, bu türden çelişkilerle ilgilenmiş. Doğayla kapitalizmi kıyaslamış, kirliliği, çokluğu, durgunluğu, arzuyu, şehirle kırsalı, doğa sporlarıyla ticareti bir arada düşünmüş. Albümün bana ilginç gelen tarafı, doğa olgusunu kenar mahalleden yola çıkarak anlatması. Kediler, saksılar, kanaryalar, seyyar satıcılar ve dar sokaklarla resmedilen kenar mahalle, canlı bir varlıkmışçasına doğayı özlüyor ama gel gör ki çatıları uydu antenleriyle dolu, geleneği temsil eden amcalar teyzeler pahalı cep telefonları, tabletler kullanıyorlar. Zenginler, doğal gıdalar için şehirden uzakta, o beğenmedikleri ve ayak basmadıkları kenar mahalleleri andıran eprimiş evlere-bahçelere gidiyorlar, ormanda sağlıklı yaşam için koşarken seyyarlardan yiyecekler alıyorlar. Beğenme, özleme, rağbet ve taklit etme, arzunun türlü halleri olarak kendini gösteriyor. Modern zamanların tuhaflıkları, rekabetçilik, sınıf atlama hırsı, olduğundan farklı görünme çabası, koşuşturma, yoksullardan uzaklaşma, zenginliğe pervane olma, markalar, duvardaki tablolar, gecekondular ve villalar, tel örgüler, süs köpekleri ve başıboş hayvanlar Latif’in espri dünyasının parçaları. Paçalı güvercini görmek için çatıda toplanmış kuşçular, sergi açılışına gelmiş sanatseverlere benziyorlar. Lüks arabasının üstüne çıkıp daldaki elmaları toplayan adam çocukluğunu arıyor vs Pencere önünde oturarak geleni gideni seyreden yaşlı teyze koruma altına alınması gereken bir canlı olarak görülebilir mi?

Latif Demirci, ustalığının, tekrara düşmeyen yenilikçi bakışının ürünlerini derlemiş, toplamış. National Geoglathif, güzel albüm.

Romance













Cumartesi, Mart 05, 2016

“Nedir bu Ankara edebiyatı?”




Kentleri betimlerken kimi mecazlara başvurmak sohbeti başlatmak için kolaylaştırıcı olabiliyor. Bu görüşme için de bu oyuna başvursak, Ankara’nın kent-şahsiyeti kadın mıdır, erkek midir?
Ben bu gibi şeyleri çok sevmiyorum ama tabi eğlenceli bir tarafıyla. Ankara’nın kent-şahsiyeti dönemine göre değişir. Eğer bir kimlik atfedeceksek başlangıçta kısa saçlı, makyajsız, erkeklerin arasında rahat çalışabilen bir kadın düşünebiliriz. Dönemin bir kurumu olarak Köy Enstitüleri’yle özdeş, perhizkar, cumhuriyet misyonu peşinde idealistçe çalışan bir kadın tahayyül edelim. Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek romanında betimlediği gibi. Fakat bu iyimser ve romantik simge sonraki yıllarda sert bir realiteye tosladıkça değişiyor. Şimdi Melih Gökçek’in Ankara’sında yaşıyoruz ve bu Ankara, artık başka bir kent. Çok daha Orta Anadolulu bir Ankara, bugünün Ankara’sı... Türkiye’nin değil Orta Anadolu’nun başkenti. Bu nedenle daha erkek, hayat gailesi, konuştuğu dil çok daha farklı. Günü kurtarmaya çalışan. Bir tür hemşerilik kimliğiyle övünen ama bu aidiyeti Çorum, Kaman, Kırşehir, Yozgat gibi çevre Orta Anadolu taşrası üzerinden kuran bir hissiyat var.

Peki, bu hissiyat Ankara’nın Cumhuriyet’ten önceki kimliğine dair değil mi?
Çok öyle diyemeyiz. Benim ailem Ankaralıdır. Hacettepe Hastanesi yapılacağı zaman istimlak edilen aile evimiz handiyse 100 yıllıkmış. Şimdi bizimkiler Ankara havası diye çalınan şeyleri duyduklarında, ki dıngırtı derler, “Ankara havası böyle çalınmaz” diyorlar. Çevresinden aldığı şimdiki nüfusunun belirginleştirdiği bir Ankara var artık. Havaalanı yolundan Ankara’ya gelirken gördüğümüz Ankara,  Fidayda’nın Ankara’sı değilmiş gibi geliyor bana. Bu da dönemle ilgili bir şey. Yapacak bir şey yok. Her kentin şahsiyetini belirleyen, gündelik hayattan ve popüler kültürden beslenerek gelişen semboller vardır ve o şehri anlamak adına önemlidirler. Bu sembollerin belirlediği bir iklim olur, kentler de şahsiyetlerini o iklimde kazanır. Elektro sazla ve darbukayla icra edilen, bir eğlence unsuru olan, Boğazda tur atan teknelerde dahi çalınan Ankara’nın Bağları’nın temsil ettiği bir Ankara artık söz konusu olan. Eskiden haliyle böyle değildi. Bir dönem, 1950’lerin ikinci yarısından sonra Mülkiyelilerin temsil ettiği bir Ankara vardı. 1970’lerde, o dönemin siyasallaşmasıyla birlikte, ODTÜ’lüler öne çıktı. Ne bileyim, 1980’lerde, ben 18-19 yaşındayken Ankara’da Eylül ayı, Barış Günü için düzenlenen, binlerce kişinin katıldığı konserlerle bilinirdi. Şimdi nerede sol tınılı o konserler. Kalmadı. Böyle bir dönemsellik söz konusu Ankara için. Ama madem bu mecaz oyununu oynuyoruz; Reşat Nuri’nin Feride’siyle başladık diyelim, sivri pabuçlar ve parlak ceketler giyen, lalı konuşan, Ankara’ya Angara diyen bir erkeğe geldik. Behzat Ç. de var bu erkeğin içinde Ankaralı Turgut da, hatta Flash Tv de.

Bu dönemsellik vurgusu önemli sanırım. Kuşkusuz her kent için geçerlidir ama Ankara, Türkiye gibi bir ülkenin başkenti olduğu için dönemselliklerden daha çok etkileniyor belki. Ankara’nın gündelik hayatını dışarıya çok belli etmeyen bir yapısı da var.  Katmanlı bir kent. Yahya Kemallerden, büyük iddialara sahip kasvetli bir başkentten, Melih Gökçeklere, yarım kalmış bir projenin Anadolu’nun ortasında unutulmuş başkentine, kadar Ankara’nın dışarıdaki temsilleri kentte dair önemli birçok şeyi gölgeliyor gibi. Söz gelimi, Murat Germen’in sergisinin adı: “Ankara: Öncü Modernizmden Öykünmeci Mimesis ve Sahte Fütürizme.” Başkent olarak Ankara’nın makûs tarihini özetleyen bir başlık evet ama bu kentte akan hayata çok değmiyor. Bu Ankara’nın pek bilinmeyen bir yanı. Mecazları bir kenara bırakırsak Ankara’yı neresinden tutarak konuşmaya başlamak lazım.

Bir tarafından tutarak konuşabilmek çok mümkün değil. Burası bir metropol artık, çok hikaye var, nerden tutsan oradan dağılır… Öncelikle Anıtkabir Ankara’da. Burası, Türkiye’nin her köşesinden insanların anma için, ziyaret için, protesto için gelip ziyaret ettikleri, dünyanın en büyük anıt-mezarlarından biri. Ankara’nın bir simgesi bu mekan. Ankara’nın Ankaralı olmayanlar için de böyle bir anlamı var. Devam edelim. İşte İstanbul’a gittiğimizde sorarlar, “İstanbul’u neden sevmiyorsunuz?” “Ben Ankaralıyım, genlerimde var,” diyorum. Bir tavır var burada. Bunun farkındalar. Ama hasmane, belki oryantalist diyelim, yukarıdan bakan bir tavra karşı gelişmiş bir tavır bu. Türkiye’de gündelik hayattan siyasete kadar pek çok şeyi İstanbul yönetir. Ama olumsuz ne varsa “Ankara böyle istedi” diye açıklanır. Bu bir algı, bir tavır. “Ankara’da bir numara yok, ne anlatıyorsunuz bu kadar?” diye soruyorlar mesela. Ama diğer yandan da dönüp Ankara’nın pavyonlarıyla ilgili yazı istiyorlar. Bir güldürü konusu olarak. Oryantalist bir arayış. Niye benden istiyorlar, Ankaralıyım diye. Ankaralıysan sen bilirsin gibi bir algı. Pek çok koldan yürüyen bir tavır bu. Buna alternatif bir İstanbul karşıtlığı oluyor ve bu İstanbulluları rahatsız ediyor. Düşünün, kim İstanbul’a güzel değil diyebiliyor… Bir diğer mesele de Ankara’nın içinde farklı yerellikler var. Bizim zamanımızda “Tunalı Bebesi” derdik mesela. Küçücük bir cadde ama kendi kimliğine sahip. Bizim için bir anlamı var. Buna karşı, Havaalanı Yolu’nda “Tebessüm Şehri Pursaklar” var. Benim gençliğimde şirin küçük bir köydü Pursaklar. Şimdi biz bakıyoruz ne kadar kitsch diyoruz ama orada yaşayanlar bu haliyle övünüyorlar. Diyorum ya, Orta Anadolu’nun başkenti olan bir Ankara var. Bunları hep birlikte düşününce Ankara’yı bir yerden anlatabilmek biraz zor. Bu nedenle de tarif etmeye kalkanlar İstanbul’a, İzmir’e bakarak tarif ediyorlar. Niye böyle, bence, biz âşık olmak nedir bilmiyoruz, biz nefret etmeyi ya da bunun pozunu yapmayı biliyoruz. Ne olursa olsun, bir şeyi açıklamaya neden sevdiğimizle değil neden sevmediğimizle başlıyoruz. Ankara konusunda da böyle. Ben üniversiteye gidene kadar böyle bir gündemim yoktu. Sonra İstanbul’dan İzmir’den gelen arkadaşlarla, onların Ankara algılarıyla karşılaştıkça bir susuyorsunuz, iki susuyorsunuz sonra siz de cevap vermeye başlıyorsunuz. Sonra bu tavır sizin kimliğinizi belirliyor.

Ankara’nın özellikle bizim gibi insanlar için bir yereli olmadığı da söylenir. Kamunun, bürokrasinin, devletin bastırdığı bir yerel. Hepimiz geçiciyiz algısı. Bir nedenle geliriz, kalmamızı gerektiren bu neden gereği kadar ikamet ederiz, sonra da gideriz gibi bir algı. Ama diğer yandan baktığımızda ise bir şeyler de kalıyor. Tüm siyasi parti merkezlerinin burada olması, sivil toplum örgütlerinin bu kentte örgütlenmiş olması, üniversitelerle. Bunu nasıl konuşabiliriz.   
Önce şunu söyleyeyim, ben buralıyım, buraya sonradan gelmedim. Burada tutunmak gibi bir arzum olmadı. Anam, babam, atalarım epeyce Ankaralı. Burayı sonradan sevmedim. Bizim evde fidayda çaldı mı herkes gülmeye başlar. Geçicilik ve geçişkenlik bahsinde doğru bir adres olmayabilirim. Ama evet Ankara’nın söylediğiniz anlamda bir geleneği var ve bu gelenek yaşamaya devam ediyor. Kültürel üretimin İstanbul’da olmasının nedeni sermayenin orada olmasıyla ilgili. Para orada. İnsanların oraya göç etmesinin nedeni bu. Hepimiz hayatımızın çeşitli dönemlerinde bu tercihle karşılaşıyoruz. Ben de İstanbul’a geçmem için teklifler aldım ama bunu tercih etmedim, şartlar başka türlü olsaydı, ekmek parası diyerek gidecektim.  Ankara, İstanbul’a göre daha küçük ve sakin bir şehir. Burada üniversiteler çok etkili olabiliyor. Hep olmuş. Ankara kimliğinin kuruluşunda önemli kurumlar bunlar ve önemli bir gelenek kurabilmişler. Ankara’da her türlü üretimin yapılabileceğini düşünüyorum ben. Yapılmaması için hiç bir neden yok. Akacak mecrayı bulmakla ilgili bir mesele.

Dışarıdan görülmeyen yanlarından biri de bu diyebilir miyiz?
Hemen her Ankaralı bu tavırla karşılaşmıştır, Ankara’dan bunun yapılabilmesi çok ilginç filan derler. Halbuki, nerede olursanız olun, nerede iş yapıyorsanız yapın içinde bulunduğunuz ortamda sığınabileceğiniz bir kabile varsa orada üretim yapabilirsiniz. Ben Gazi Üniversitesi’nde çalıştım bir süre, vasat ve baskıcı bir ortamdı ama ben çalışmaya devam ettim, çünkü bir kabilem vardı. Benzerlerinizi buluyorsunuz ve dayanışma içinde çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu her yerde aynıdır diye düşünüyorum. İstanbul’da da kabileler var. Şehir güzellemeleri güzeldir, romantik şeyler bunlar ama aslolan üretim. “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur” mu diyelim şimdi. Şaşıracak bir şey yok, nerede olursanız olun güçlü olan, belirgin olan bir anlayışın dışında duruyorsanız onunla hesaplaşmak zorunda kalıyorsunuz.

Ama Ankara’nın kabileleri besleyen bir iklimi olduğunu söyleyebiliriz.
Evet diyebiliriz. İstanbul’da da kabileler var tabii… Belki burada farklı olan şey şu, orada bir yere gittiğinizde, insanlarla bir araya geldiğinizde “Nereye gidiyoruz?” derler. Ankara’da ise “Kime gidiyoruz?” diyorlar. Burada insanlar hâlâ ev gezmesi yapabiliyorlar. Birbirlerine vakit ayırabiliyorlar. Burada mesafeler daha kısa. Burada hoyrat olmayan bir ilişki biçimi var. Ya da ben yanılıyorum, benim etrafımdaki ilişkiler böyle…Yok hayır, burada o denli vahşilik yok…
Biraz bunu kast etmek istiyoruz. Söz gelimi, İzmir’den kimi biliriz diye düşünsek, ister edebiyat olsun ister akademi olsun, çok az isim sayabiliriz. Ama Ankara bu anlamda çok farklı değil mi?
Anladım, o zaman, biraz geriye gidelim, burası planlanmış bir şehir. 1916 Yangını’ndan sonra şehirde Türkler ve Yahudiler kalıyor. Bir de bastırılmış Ermeniler var. Burası vitrin şehir olduğu için buraya her şeyi getiriyorlar.  Örneğin, Tercüme Ofisi açılıyor, orada istihdam etmek üzere edebiyatçılar getiriliyor. Şimdi Garip Şiiri İstanbullu mudur? 


Bir aşağı sokak.
Ankaralıdır. Orhan Veliyi getiriyorsun, Melih Cevdet’i getiriyorsun, Tercüme Ofisi var, Parti’nin gazetesi var. Kültürel bir üretim olsun isteniyor, teşvik ediliyor. Bir aydınlanma hayali bu. Modernizmin sıkıntıları diyelim, başarısız oldu şu bu diyelim demesine de, sadece şunu düşünün, teşvik etmek önemli. Teşvik etmişler. Yaptığım işin, editörlüğün basit bir kuralı var. Bir kitap gelir, bakarım buradan bir yazar çıkacak ama bu kitapta tam olmamış. Basacaksın ki yazmaya devam etsin, kaybolmasın. Bir sonraki kitapta kendini bulsun. Destek olmak zorundasın. Yazmaya devam ederse o yazarı bulacak, yazmazsa kaybolup gidecek. Çünkü hayat başka türlü devam ediyor. Üretmek için mecraya yakın yerde durman lazım. O mecranın koşullarını, beklentilerini bilmen lazım. Bu ikisini başarabiliyorsan her yerde dâhil olabilirsin akan suya. Teşvik etmek, üretilmesini sağlamak bir gelenek yaratıyor. Bizim entelektüellerimiz iktisat değil kültür ve edebiyat temellidir. Kültür entelektüellerini bu şehre topladığınızda onlar da buranın hikayesini anlatmaya başlıyorlar. Şiir ve roman başlıyor. Siparişle yazılan romanlar ve oyunlar var. Bunlar bir gelenek oluşturuyor, misyon bir gelenek oluşturuyor. Ankara’nın kültür adamlarının şehri olması istenmiş. Hoş görülmüşler, desteklenmişler, istihdam edilmişler, el üstünde tutulmuşlar. Türkiye’nin başka hiç bir şehrinde böyle bir şey olmamış. Bu nedenle İstanbul karşısında diğer şehirlerden farklı kalan, edebiyat üreten bir tek Ankara olmuş.

Fakat bu misyon bir noktadan sonra sivilleşiyor ve yaşamaya devam ediyor. Sevgi Soysallar kuşağından sonra mesela.
Evet, bir sivilleşme yaşanıyor ama bu gelenek kaybolmuyor, devam ediyor. İlber Ortaylı diyor ki, mealen söylüyorum, “Ben Ankara’da yetiştim çünkü eğlenceli hiç bir şey yoktu.” Protestan etiğini Ankara’nın sevimsizliğine borçlu olduğunu söylüyor. Olabilir. Burada çalışabilmek için belki daha çok vaktimiz var. Ters köşe yapalım, İstanbul’a gitmek için, orada rekabet etmek için de çok güçlü olman gerekiyor. Hem edebiyat hem de akademi için böyle. Ankara’dan İstanbul’a geçen akademisyen bir arkadaşımızın, gülerek söylüyorum bunu, “Akademi’nin podyumuna gidiyorum” demesi mesela buna işaret ediyor biraz. Ama İstanbul’da çok acayip bir üretim oluyor mu peki? Ondan da şüpheliyim. Yok, hayır olmuyor.

Bu bahsettiğimiz iklim, İstanbul’un taşralaştıramadığı bir durum değil mi? Ankara İstanbul’un rüzgârına savrulmadan kendi hikâyesini anlatmaya devam edebilmiş.
Özcülük de yapıyor olabiliriz burada tabi. Başka yerlerde nasıl yürüyor çok bilmiyorum. Ben üniversitede öğrenciyken, nerede neşeli bir kız varsa ya İzmirli ya Kıbrıslı çıkardı. Çok dışa dönüklerdi. Orta Anadolu’nun insan mizacı ise tutkuludur. Olumlu ve olumsuz anlamda. Hep sınıf atlamaya çalışırlar. Büyük konuşurlar çünkü taşrada hep büyük laflar edilir. Daha aşağısı kimseyi kurtarmaz. O yüzden solun da sağın da önemli simaları Orta Anadolu’dan çıkıyor. Bu toprağın bir mizacı var. Safranbolu’ya gidiyorsun mimari değişiyor. Süslemeler gelişmiş. Neden? Bir sermaye birikimi olmuş çünkü. O sermayeyle çocuğunu İstanbul’a okumaya göndermiş. Ama Çorum’daki düz damlı evde yaşayan adam ancak karnını doyurabiliyor. Çaresi yok, asılacak hayata…

Edebiyata nasıl yansır bu mizaç?
Yazardan yazara, dönemden döneme göre değişiyor. Tek bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Ankara dediğimizde akla ilk ne geliyor diye baktığımızda belirgin temalar çıkıyor karşımıza. Mesela Kurtuluş Savaşı, bir ideal uğruna fedakarlık, perhizkarlık, misyonerlik, canı pahasına savunmak, korumak, yoldaşlık etmek. Fakat, hemen bir sonrasında bu iş olmadı duygusu geliyor. Yakup Kadri’nin kitaplarını okurken bu geçişi görürsünüz. Edebiyatçılar bu durumun hemen farkına varmışlar. O naif, iyimser, idealist dönemin ardından Ankara’yı bir tür hayal kırıklığıyla anlatmışlar. Çünkü baştaki iyimserliği çok sahiplenmişler. 1960’lara geldiğimizde 1923-50 arasındaki itibarını yitirmiş bir şehir var. Çünkü İstanbul’un itibarı Demokrat Parti tarafından iade ediliyor. 27 Mayıs’tan sonra bir İkinci Cumhuriyet duygusu oluşuyor. Bu dönemde çok fazla Kurtuluş Savaşı romanı yazılıyor. 1923-1960 arasında yazılandan çok daha fazla bir üretim var bu duygu üzerine. Bu da çok etkili olmuştur Ankara algısında. 27 Mayıs olmuş, 555K gibi bunu popülerleştiren siyasal söylemler çıkmış, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bu dönemde öne çıkması, sonra ODTÜ’nün kuruluşu. Bunların hepsiyle Ankara’ya dair politik bir mekân duygusu gelişiyor.  Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Öğle Vakti bu mekân duygusunun, yetmişli yıllar siyasileşmesinin edebi olarak en başarılı örneği.  Uğur Mumcu’nun Ankara’sını düşünün. Kuvayı Milliye ruhu isterken Ankara’da kalmak isteyen bir gazeteci, bir siyaset adamıdır. O da başka bir örnek aslında. Barış’ın (Bıçakçı) romanları, yine Ankara’da kalmak isteyen bir ruh taşır,  yakın arkadaşlıkların kurulduğu, küçük dayanışmaların yaşandığı, küçük cemaatlerin var olabildiği, daha minimal, İstanbul karşısında haddini bilen, hatta İstanbul tarafından küçümsendiğinin farkında olan ama İstanbullu olmamayı da tercih eden bir duygu taşır. Ben bunu bir metaforla anlatıyorum, bir dağ var. Dağın gürültüsünü duyuyorsun ama o dağa çıkmamayı ve yamacında bir yerde yaşamayı tercih ediyorsun. Az ya da çok, öyle ya da böyle, Ankara’nın ruhunda, bu meydan okuma var, reddediyorsun, istemiyorsun İstanbul’u. Bu duygudaki insanların yeniden istiflediği bir şehir Ankara.

Bu da politik bir mekân mı?
Evet, tabi bu mekân da politik bir mekân.
 

Betimlediğiniz şey bir tür inzivayı çağrıştırıyor. Münzevi bir politik mekân mı artık Ankara?
Soysal’ın Ankara’sı ile Barış’ın Ankara’sı çok farklı. Dönemler çok farklı. Bir gazeteci ile bir edebiyatçı benzer şekilde dünyaya bakıyorsa bence durum fenadır. Kişisel fikrim, aktüel siyasetin içinde kalan edebiyatçının ufku gün geçtikçe güdükleşir. Dağ metaforunu yineliyorum, farkında olmak, bilerek dahil olmamak, yazarak hayatta kalmak. Hasan Ali (Toptaş) abi de burada Eryaman’da yaşıyor, içindeki taşrayı burada yaşatabiliyor. Hayat yine değişti tabi. Son 10 yıl içerisinde Türkiye çok politikleşti. Bizim büyüdüğümüz 1980’lerin Ankara’sında solcular arasında, haliyle 70’lerden devralınan şöyle bir tavır vardı: magazin okunmaz, futbolla ilgilenilmez. Neden? Çünkü manipülatiftir, siyaset daha önemlidir. Yine öyle bir sertleşme var. “Burada insanlar ölüyor, sen nelerle uğraşıyorsun” demeye başladı insanlar tekrar. Şimdi öyle baktığın zaman Barış’ın romanlarında böyle hard-core bir şey göremiyor olabilirsiniz ama var. Barış’ın hayat tarzı medyaya konuşmamakla kuruluyor. Şimdi o da bir Ankaralılığın parçası haline geldi. Emrah (Serbes) Ankaralı değildir ama Ankaralılık ona soruluyor.  O da soranlara daha sert ve daha genç bir solculukla konuşuyor. Ankara’dan Behzat Ç. gibi bir figür çıkardı ve bu figür, popüler kültürde uzun bir dönem etkili olacak. Ve o da Ankaralılığın bir parçası. Münzevilik yok mesela orada, perhizcilik yok, daha hazcı daha konuşkan daha kavgacı bir dil var. Daha Orta Anadolulu bir dil. Biri edebiyatın diğeri televizyonun dili.

Bu konuya da gelecektik aslında. Şöyle geriye dönüp bir düşündüğümüzde 1970’lerde kısa bir dönem Kaynanalar, 1990’larda Ferhunde Hanımlar, senaryosunu sizin yazdığınız Ankara’nın erken dönemlerine bakan bir sezonluk Mor Menekşeler dışında Behzat Ç. istisna bir durum olarak görülebilir. Bir dönemin ağa dizileri gibi İstanbul’un rüzgârına kapılmamış, İstanbul’dan konuşmayan bir Ankara dizisi olarak görebilir miyiz?
Televizyon açısından tabi öyledir. Sadece dizilerle ilgili değil ama bu. Hayat İstanbul’a doğru akıyor. Mutlaka İstanbul’dan akıyor. Ali Kırca’nın İstanbul’a kar yağınca “Yeterince buğdayımız var mı?” diye telefon bağlantısı kurduğunu hatırlıyorum. Yüzyılın karı yağıyor ama sanki sadece İstanbul’a yağıyor. Bir olağanüstülük katmak gerekiyor konu İstanbul olunca. Ben çocukken hava durumunda her ilin adı geçmezdi. Kendi şehrinin adı geçince insanlar sevinirdi. Ankara’nın bir istisnası Meclis olurdu. Ankara’dan sadece Meclis haberleri geçilirdi, halâ da öyle. Bütün haberler İstanbul üzerinden kurgulanıyor. Bakın bu tahakküm edici, herkesi etkileyen bir şey. Şimdi Gırgır’ın çok popüler olduğu dönemlerde Türkiye’nin her yerinden karikatür gönderiyorlar. Kars’tan karikatür gelir, adam otobüs durağı çizmiş üstüne İETT yazmış. Eskişehir’de Mor Menekşeleri çekiyoruz. Tarihi bir semti var. Odun Pazarı. Belediye Başkanı ile konuşuyoruz, “Bizim burada yapay bir gölümüz var. İstanbul’dan da ada vapuru getirttik. Gerekirse, İstanbul sahnelerinde bu vapuru kullanabilirsiniz” dedi. Nerde kaldı senin hemşehriliğin? İstanbul dışında her yer taşra ve her yer İstanbul’a benzemeye çalışıyor. Ama İstanbul da Paris’e, Berlin’e, New York’a benzemeye çalışıyor. IKEA mobilyaları bütün dünyayı fethediyor. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Sonuçta zaten bütün yerellikler ortadan kalkıyor. Orada “Hey dude” dediğin şeyi burada “La bi bakınsana” diye söylüyorsunuz. Bir glokalleşme var burada. Dizi dediğimiz şey, gerçeklik vehmi yaratarak kurulur. Nasıl kurarsın bunu? Dille, atmosferle-mekânla ya da hikâyeyle, şiddetle, aktüelle. Diziyi farklı gösteren şey Ankaralılık değildi bence. Diliydi, küfürlü olmasıydı, aktüelle ilişkisiydi, şiddeti, erkekliğiydi. Diziyi bunlar gerçekçi gösterdi. Mesele Ankara ise, dizideki Ankara nasıl bir Ankara’ydı. Bence biraz İstanbul’un yarattığı bir Ankara’ydı. Ankaralıların hoşuna gidiyor olabilir ama bu İstanbul’dan görünen bir Ankara. Başka türlü de olamaz. Benden pavyon yazısı istemeleri gibi bir şey bu. Boğazdaki teknelerde Angara’nın Bağları’nın çalması gibi bir şey. İstanbul, popüler kültürün merkezidir, oraya dahil olacaksan, oraya benzemek zorundasın, yoksa dahil olamazsın…

Behzat Ç. hayranları için bu biraz ağır bir yorum gelebilir.
Bilemiyorum, azımsamak adına söylemiyorum bunları. Behzat Ç. bölümü bittiğinde insanlar hikâyeyi değil erkekler arasındaki diyalogları konuşuyordu, varsa eğer, politik göndermeleri konuşuyordu. Bunlar dizilerde konuşulmadığı için yeni ve farklı geliyordu.  Düğün Dernek’i düşünelim. Onlar da Orta Anadolulu bir Ankaralı anlattılar. Anlatılıyor muydu böylesi, hayır. Ama mizah dergilerinde bütün karakterler uzun uzun konuşuyorlardı öncesinde. Popüler kültürün işleyiş biçiminden söz ediyorum. Mizah dergilerinde eskimişti, televizyona yeni geldi… Bu yeni Ankara imgesi yoktan var edilmedi, dahil edildi demek istiyorum.

Buradan bakınca sanırım haklısınız. Bizim Büyük Çaresizliğimizin sinemaya uyarlanmasında da bu sorun vardı. Biraz önce betimlediğiniz o politik mekân betimlenememişti yeterince. O hikâye Türkiye’nin herhangi bir yerinde geçiyor olabilirdi. Hikâyenin Ankara ile olan ilişkisi kurulamamış gibiydi. Diğer yandan Yeraltına baktığımızda sanki o duygu orada verilebilmişti. Peki, Ankara Edebiyatı diye özgün bir türden bahsedebilir miyiz?
Farklı mecralarda olan veya farklı temellere dayanan hikâyeleri konuşuyoruz. Yeraltı bir Rus romanından uyarlanmış, bana kalırsa bir Rus romanı bir şehirde geçecekse rahatlıkla Ankara’da geçebilir. Ankara’nın böyle bir imgesi de var çünkü. Soğuk, mesafeli, az konuşan, gri ve entelektüel, kibirli vs… Televizyon konuşkanlığıyla ilgisi yok bunun değil mi? Televizyonda susan, konuşmamayı tercih eden bir karakter olamaz. Herkes car car konuşur. Oysa sinemada, hele sanat sineması dediğimiz tür içinde bunun aksini rahatlıkla yaparsınız. Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Seyfi Teoman filmiydi, auteur filmiydi, evet bence pek Ankaralı değildi… Ama Ankara imgesine katkıda bulundu… Daha önemlisi Barış’ı popüler kültüre takdim etti… Sorunuza gelince Ankara edebiyatı diye bir türden söz edebilir miyiz? İddialı gözüküyor ama evet, çok Ankaralı yazar var… Çünkü bu şehirde bir edebiyat geleneği var… Bu şehre yazarlar gelmiş, bu şehre şairler çağrılmış… Hep söylüyorum, her yazarın bir Çukurovası olmalı, herkes iyi bildiği yeri anlatmalı… Bu kadar yazar varsa Ankara edebiyatı da olmalı - ki var, daha çok olmalı, Ana-akıma meydan okumalı…

Peki, son olarak tavsiye bekliyoruz sizden. Ankara’ya yeni başlayanlar için hemen ilk aylarda yapmalarını tavsiye edeceğiniz 3 şey ve Ankara’yla ilgili 10 kitap.
Liste gibi olmasın. İlk olarak bir Ankara döneri yesinler. Güvenlik’teki Mutlu Lokantası olabilir, Hoşdere’deki Çankaya Lokantası olabilir. Ulus’ta Uludağ’da İskender yesinler. Göksu’da rakı, Net Piknik’te bira içsinler. Orhan Veli’den Altındağ, Ahmet Arif’ten Karanfil Sokağı şiirini okusunlar. Kale’ye çıkıp gecekondulara baksınlar, “Lan Ankara ben geldim” desinler, Tunalı’da geleni geçeni seyretsinler. Aylaklık yapsınlar. Eski Ankara apartmanlarına bakınsınlar, hepsinin birer kedisi vardır, oradan bilsinler. Her yerde akasya görecekler, dikkat kesilip üzerlerindeki saksağanları izlesinler. Cinnah Caddesini yürüyerek çıkıp bana küfretsinler. Ayaş domatesi nedir bir sorsunlar. Romanlardan Yakup Kadri’nin Ankara’sı, Nahid Sırrı Örik’in Tersine Giden Yol, Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları’nı,  Sevgi Sosyal’ın Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti’ni okusunlar. Çok genç yazar var, yazıp çizdikleri var, onları arayıp bulsunlar… Fidayda oynasınlar… “Ya yok Ankara’da bi numara” demeye şimdiden alışsınlar…

Söyleşiyi Solfasol için Besim Can Zırh ve Tanju Gündüzalp ile yaptık.
Related Posts with Thumbnails