Cuma, Temmuz 24, 2015

Sineğin Bile Öğürdüğü...


Suriye bölününce, beklemediğimiz bir karambole düştük... Yönetemedik olup bitenleri... Yönetemeyeceğimiz de aşikardı zaten. Dış dünyada neler olup bittiğiyle hiç ilgilenmediğimiz için Suriye'de ne olup bttiğini hiç bilmiyorduk... Bilen yok değil ama hükümet, paranoya içinde "bizden mi değil mi" diye memlekete baktığı için, aklı başında insanlarla konuşamaz oldu kaç yıldır...

Sokaktakileri hiç saymıyorum, delice ve ahmakça bir tutkuyla Fetih törenleri yapıyoruz, sonra da kalkıp Suriye'den gelen göçmenlerden iğreniyoruz. Sokaktaki insanı en iyi anlatan soru bence şu, Suriyelilere bakıp "Müslüman mıymış" diye soruyorlar ya hakkaten bayılıyorum buna.

Ülkeyi yöneten kadronun onlardan farkı yok tabii. Gelenlere bakıyor,  öfkeli olanlarıyla öfkeleniyor, kederli olanıyla kederleniyorlar çünkü. Her sakallıyı Müslüman ve kendilerinden sayıyorlar...

Değil ama işte. Sineğin bile öğüreceği, çocuğun görse korkacağı eli silahlı katillerle yer içersen, işimize yarar diye sırtını sıvazlarsan şu olur. Kurtla bir olup ulumazsan kurt gün gelir kendine yem eder seni...

Ankara'da işe yaramaz adamlar için "kurtla güler, kuzuyla ağlar" derler, herkesin kendisini sevmesini isteyenler için söylenir, herkesi idare edebileceğini sananlar için söylenir vs...

Kuzu neyse de, ateş olsa ne olur da...

Kurt öyle değil, eve alsan evdekine, sokağa bıraksan sokaktakine saldırır... Bahçede tutalım, korkması gereken korksun dedin diyelim... ki AKP'liler bunu yapmışlardı, IŞID'a laf söyletmiyorlardı...E ne oldu şimdi mi diyeceğiz, haklıyız çünkü.

Haklı olmak da bir şeyi değiştirmiyor ayrıca...Geldiler işte, çöreklendiler, uluya uluya kuzu avına çıktılar...Bomba atarlar, adam öldürür, asker ve sivil tanımadan saldırırlar...

Aynı dili, aynı ruhu konuşuyoruz diye sevindiğin adamlar seni de yiyecekler...


Çarşamba, Temmuz 22, 2015

1453


Kredi karşı şifresi 1453 olan ahali, bir türlü doyamadı geberdiler demeye...Yiğitlik ve meydan okuma pozu, aptallık ölçüsünde bir şişinmeyle, kredi karşı şifresinden başlıyor... Mecaz yapmıyorum, bir göndermede bulunmuyorum, 1453'ü kartına şifre olarak seçen onbinlerce Türk'ten söz ediyorum...

Pazartesi, Temmuz 20, 2015

Cin Yedi, Şeytan Duasını Okudu


Kaç yaşıma geldim, ömrümü yedi gibi geliyor bana, bu karanlık güçler lafı kadar beni çıldırtan başka bir şey bilmiyorum. Sürekli birileri öldürülüyor, sürekli bombalar patlıyor, dönüp dolaşıp, işte Türkiye'nin iç huzurunu bozanlara, yok iç savaş çıkartmak isteyenlere, yok gizli güçlere, yok Amerika, yok Rusya, yok  Almanya, yok İsrail'e geliyor, gırla gidiyor...Bitmiyor...

Yine gencecik insanlar öldü, yine aynı şeyleri duyuyoruz.

Cin yedi, şeytan duasını okudu, karanlık güç fitilini ateşledi, öyle mi?

Yahu biz oturttuk o adamı sofraya...Katil olduğunu bile bile...diyebiliyor musun?

Diyemiyorsun. Geçelim, o karanlık güçler masalını...Fişek vermişsen, niye patladı diyemezsin...


Cumartesi, Temmuz 18, 2015

Keşke hayatı ve tarihi daha çok hikâyeleştirsek



Ülke tarihinin önemli siyasi olaylarını hikâye olarak anlatamadığımızı düşünüyorum. Epik bir akışkanlık, hamasi bir dil ve piyesvari bir teatrallikten fazlasını çıkaramıyoruz. Yayıncılar, yapımcılar, bürokratlar, geniş anlamıyla üreticiler tarihe bakarken çocuksulaşıyorlar. Krallar olmadan tarihi anlatmak bize ya nafile geliyor ya da günah raddesinde suç. Onlar olmadan hikâyeler tatsız, yavan, yetersiz bulunuyor. Sıradan insanların hükmü yok bizim için. Dönüp dolaşıp marş söyletiyoruz onlara, geçit törenine sokuyoruz. Tarihin kahramanı binbir çeşit versiyonuyla Ulubatlı Hasan oluyor ve hiç şaşmıyor. Öğretmenleri, imamları, devrimcileri, şehitleri, askerleri, sanatçıları sloganlarla sunuyoruz. Başka türlüsü hoşumuza gitmiyor, bizi kesmiyor. Bu kadar gökdeleni boşuna yapmıyoruz, her yerden görünsün, hayran olunsun istiyoruz. Meramım yanlış anlaşılmasın, ah vah etmiyorum, biz böyle anlatmayı seviyoruz demek istiyorum. Gezi Ayaklanmasını anlatabilecek miyiz örneğin? Romantize edilecek, poster havasında bir dönemden diğerine devşirilecek orası muhakkak ama Gezi için nasıl bir hikâye aklediyoruz acaba? 

Erkan Yıldız’ın yazdığı Arda Güler’in çizdiği #İsyan eli yüzü düzgün, temiz çalışılmış, emek verildiği anlaşılan bir albüm. Bir hikâyesi var diyemem, belgeselci bir niyetle oluşturulmuş çünkü. Makale veya siyasi bir deneme gibi duruyor. Yazıya eşlik eden bir illüstrasyon albümü olduğu bile iddia edilebilir. Yayınevlerinin, üretici arkadaşların siyaset ve çizgi roman dendiğinde bu tarza başvurmasından şikâyetçiyim. Mesele Gezi de değil. Önümüzdeki yıl göreceksiniz, Çanakkale Savaşının yüzüncü yılı nedeniyle albümler çıkacak, sizce hikâyeleri olacak mı? Neden hikâye anlatmıyoruz? Ne yapıp edip bir öğreten adam sesi çıkartıyoruz ortaya, davudi, hakikati yüzümüze çarpan, dramatik, göz yaşartıcı bir anlatıcı sesi. Sıradan insanları konuştururken bile büyük laflar ettiriyoruz böyle olunca. Bu ajit-prop refleksi hangi ara sarıp sarmaladı bizi, hep mi böyleydik?

Türkiye’de çizgi roman üretilmiyor, e yeterince çizer yok, o özveri gösterilmiyor, büyük emek istiyor vs. Sorun çok. Bence bir sorun da hikâye diye aklımıza gelen şeylerin büyüklük iddiası. Gezi’nin niye çizgi belgeseli yapılmak zorunda mesela? Herkesin ulaşabileceği çoklukta bir görsel arşiv var. Sayısız video kayıt ve fotoğraf mevcut. Çizgi roman nasıl rekabet edebilir ki bu çoklukla? Sosyologlar, gazeteciler, fotoğrafçılar, graffiticiler, edebiyatçılar hepsi farklı açılardan Gezi’ye bakarak yorumlar yaptılar, yapıyorlar. Çizgi romancılar da başka türlü ve onlara benzemeyen, kendine özgülüklerini belirginleştirerek yorumlar yapmalılar. Çünkü çizgi roman, hikâye anlatan başka türlü bir anlatım aracı…

Yapılabilir mi? Yapılabilir. Küçük bir örnek vereceğim, maksadım iyi kötü ayrımı yapmak değil. Yakınlarda Dirençizgiroman, Gezi Direnişinden Çizgiler adlı bir albüm daha çıktı. Fanzin havasında, ekseriyeti amatör çizgiler ve metinlerden kurulu bir derleme denebilir. Batıda benzerlerini gördüğümüz underground çizgi roman albümlerini de andırıyor. Albümde, Diren Kalbim isimli üç ayrı çizer tarafından çizilen ve birbirini izleyen üç bölümlü kısa bir aşk hikâyesi yer alıyor. Can Yalçınkaya yazmış, Gürdal Akkoç, Emre Yüce ve Çağrı Coşkun çizmiş. Sevdiği kız için eyleme dâhil olan, olup bitenlere sevdiği kız için katlanan gencin hikâyesi büyük siyasi olayların nasıl anlatılabileceğine dair iyi bir alternatif aslında. Hamaseti ve kendine hayranlığı olmayan, bizim o “büyük ve daha büyük” algımıza yakıştıramadığımız sıradanlıkta bir hikâye mi demeli yoksa. Bana kalırsa Gezi’nin kaotikliğini, çeşitliliğini, hatta apolitikliğini ve heyecanını gösterir türden bir potansiyeli var hikâyenin. Tamamlanamıyor, bazen hızlı çizildiği hissi veriyor ama bir tadı var. Fonda bir seyyah gibi dolaşan genç aşığın büyük derdiyle yan yana durduğu meydandaki insanların büyük derdini mukayese edebilir miyiz? Orada insanlar öldü, kör kaldı, dünya kadar dram yaşandı bunu mu anlatacağız diyerek sinirlenecek miyiz yoksa o kalabalığın ve deveranların içindeki küçük dertleri de mesele edecek miyiz?

Çizgi roman, hikâye anlatırsa güçlenebilir, gücünü gösterebilir. Belgeselci, propagandist yönü elbette olabilir ama bu esasından uzaklaşması, zayıflaması demektir. Türkçe yayınlandıkları için hatırlatıyorum, Satrapi’nin Persepolis'i, Spielgelman’ın Maus'u siyasi çizgi romanlar değil mi? Bu kadar çok dile tercüme edilmelerinin nedeni insani hikâyeleri olabilir mi? Bu hikâyeler muhalif değiller mi? Çizgi romanı muhalif kültürün bir parçası olarak teşvik etmek ve yeniden kurmak zorundayız. Çizgi roman, Occupy hareketinin bir parçası olabildiyse eğer bunu hikâye anlatma gücü sayesinde başardı.

Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link

Perşembe, Temmuz 16, 2015

Kabadayılar, zombilere ve zamana karşı…



Çizgi romanlardan, filmlerden ve romanlardan, aslına bakılırsa gerçeklik vehmi kurarak bize hikâye anlatan herkesten ve her şeyden inandırıcılık bekliyoruz. İnandırıcılıktan ne anladığımız da bazen karışıyor, şaşmaz bir hakikatten söz eder gibiyiz sanki. Üreticilere gerçeğin, tarihin ve yaşanmış olana dair mutlak sadakatin yükünü bindirdiğimiz de oluyor. Hayır diyoruz, o tarihte bu bina öyle değildi, insanlar böyle konuşmazdı, öyle bir gelenek yoktu, kimseler öyle giyinmezdi vs. Hata bulmanın, yanlışları teşhir etmenin ergen hazzını göz ardı ediyor değilim. Anlatmak istediğim her hikâyenin bir gerçeklik vehmi yarattığını akılda tutmamız gerektiği. Fellini'nin çok sevdiğim bir sözü vardır, mealen aktarıyorum: "Fikir iyiyse, mantığı pencereden dışarı atarım.". Gerçek, yeri gelir, hikâye olduğunda okunmayacak kadar sıkıcı bile olabilir demek istiyorum.

Selçuk Ören'in Şehzade Yangını isimli bir çizgi romanı yayınlandı. Anlaşıldığı kadarıyla birkaç kitap sürecek uzun bir hikâyenin ilk bölümü bu. Etrafımdaki çizgi roman severlerden kitapla ilgili şöyle eleştiriler duydum. Hikâye 18. yüzyıl sonunda geçiyor, dediler ki, "O tarihte fes kullanılmıyordu", "kabadayılar zinhar fes takmıyordu." E doğru, yanlış değil, II. Mahmut kavuk kullanımını yasaklar ve fes geçirir kafasına, o yüzdendir Gavur Padişah diye adlandırılır halk içinde. Yani 1830'lara kadar İstanbul'da gündelik hayatta fesle dolaşan birilerine, hele kabadayılara rastlamak mümkün değildir. Albümü okuyanlar görecektir, Ören, 1890-1930 zaman aralığının Kabadayı mitini, Refi Cevat Ulunay’ın Abdülcanbaz’ı dahi etkileyen Sayılı Fırtınalar dünyasını katmış hikâyesine. Bir tarzı yüz yıl kadar geriye taşımış. Ben, fes meselesine kafayı takanlara şunu sordum: "E peki o yıllarda zombiler var mıymış İstanbul'da?" Hocanın kazanı misali, kazanın doğurduğuna inanıyorlar da öldüğüne akılları yatmıyor. İşin şakası bir yana, hikâyenin bir tarih vesikası olmadığını, üstelik vesika denilen şeyin insan eliyle nasıl istenirse nasıl münasipse öyle istiflendiğini unutmamak gerekiyor. Örneğin Naziler tüm ihtişamlarıyla iktidardayken yazılan Roma İmparatorluğu tarihi ile Naziler yenildikten sonra yazılanların aynı metinler olmadığını, farklı biçimlerde yorumlandıklarını biliyoruz. Bir zihinsel kategori olarak gerçeğe inanabiliriz ama yine biliyoruz ki o gerçeğin de binbir türlü ifadesi vardır. 

Şehzade Yangını, yerli bir zombi hikâyesi. İstanbul'un orta yerinde karantinaya alınmış bir bölgede yaşananları anlatıyor. Selçuk, Amerikan tarzı sayfa tasarımları yapan bir çizer. Kimi çizerler, tasarımın hikâyenin önüne geçmesini istemez, hatta kendilerini dahi unuttururlar, aslolan hikâyenin sürekliliğidir. Selçuk, sayfa tasarımını hikâyenin önüne geçecek ölçüde önemsiyor. Sayfanın bir albenisi, görür görmez ilgi çeken bir yanı olsun istiyor. Karelendirmeye, ardışıklığa senaryo uyumunun ötesinde bir ilgi gösteriyor. Amerikan tarzı demem ondan. Çoğu Amerikalı, Avrupalı çalışmaların durağan olduğunu, anlatıyı kareye-panele sıkıştırdığına inanır, sayfanın bütününü kullanmayarak kendini ve hikâyesini zayıflattığını düşünür. Sayfa, karelere bağlı kalmadan patlayarak taşmalı, mutlaka dinamik kurulmalıdır vs.

Hikâyeyi resmetme ya da resimleri hikâyeleştirme her zaman farklı biçimlerde yapılabilir. Çizgi romanın farklı kültürlerde farklı biçimlerde gelişmiş anlatım tarzları var. Türkiye'de yerli üretim genellikle frankofon çizgi romanları andıran biçimde gelişmiştir. Comics tarzı veya comics'lerle didişerek geliştirilmiş grafik romanları andıran ticari çalışmaların bizde pek uygulayıcısı olmamıştır. Selçuk bu bakımdan yeni ve ilginç bir şey deniyor, Amerikan tarzı bir görsel dil oluşturuyor, devamlılık da gösteriyor. Hikâyesini maharetle evirip çeviriyor.

Anlatımının zaafları yok diyemem, anlatıcı olarak kendini çok hissettiriyor, sürekli büyük hikâye anlatacağını vurguluyor. Anlatım kutuları ile görseli koşut olarak düşünmeyebiliyor. Kare içinde resmedilenlerin anlatım kutusuyla ayrıca anlatılmasına hiç lüzum yok. Bence daha önemlisi, bunu zamanla aşacağını düşünüyorum, yavaşlığı bir araç olarak pek kullanamıyor. Oysa çizgisi aksiyondan çok sessizliğe-yavaşlığa yatkın… Sessizliği, fırtına öncesi sessizlik, aksiyon öncesi hazırlık gibi düşünmese hem karakterlerini derinleştirir hem de anlatım biçimini zenginleştirir. Geliştirdiği anlatım biçimini bozmadan kamerasını yavaşlatsa zombi aksiyonunu da başka bir bağlama taşıyabilir. Hikâyenin nereye varacağını bilemiyorum, ilk kitap ana hikâyeye giriş niteliğinde duruyor ama dedim ya, ilginç ve güzel. 

Bu yazı Nisan ayında ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link



 
Related Posts with Thumbnails