Çarşamba, Kasım 30, 2011

Türler Arasında Gezinmek

Kahire, temelde bir serüven hikâyesi; oryantal bir arkaplanda suç dünyasına ilişkin bir kaçıp kovalamaca gibi başlıyor. Giderek şeytansı niteliklerin ve cinlerin belirleyici olduğu fantastik bir anlatıya dönüşüyor. Çizgi roman dünyası bu türden fantastik niteliklere aşina olduğu için gerçeklik vehmini buna göre inşa edebiliyor, yadırgatmıyor. Kahire semalarında uçan halı görmek, ölmüş birinin dirilmesi, konuşan kediler, çok başlı yaratıklar o kurgu içerisinde inandırıcı da oluyor. Perker, orijinali siyah beyaz olan çalışmada gri tonları atmosfer yaratmak adına öne çıkarmış. Kimi sayfalarda kareler arası ardışıklık ilkesini, bir başka deyişle sinematografik sürekliliği bilerek kullanmamış ve onun yerine grafik olarak kendi içinde bütünlüğü olan tam sayfa tasarımları tercih etmiş. Perker ile albüm ve çizgi roman hakkında konuştuk.

Kahire üreticileri itibarıyla ilgi çekici bir kitap... Biri Müslüman ülkeden gelen çizer diğeri Müslüman olmuş bir kadın yazar. Editöryal bir tercihte bulunulmuş. Nasıl yorumluyorsun bu tercihi


Kahire bana teklif edildiğinde önce duraksadım çünkü özellikle Türkiye’dekilerin bunu düşüneceğini tahmin ediyordum. Sen de yazarın ve çizerin arkaplanlarına bakarak “editöryal bir tercihte bulunulmuş” demekte haklısın ama böyle bir tercih yok. Öncelikle, böyle bir yargı da bulunmak DC Comics’deki editörlere haksızlık olur. Benim Kahire’nin çizeri olmam şöyle oldu. DC Entartainment’in DC, Vertigo, Wildstorm, Zuda ve Minx isimli alt yayın grupları var. Bana önce Wildstorm’dan bir seri çizdirmek istediler. Ancak bu zaten yayınlanmakta olan bir seri olacaktı ve yapacağım iş tüm klasikleşmiş serilerde olduğu gibi ya 5-6 sayılık bir macerayı çizmek ya da asıl çizer dinlenirken onların “fill-in” dediği o sayıyı dolduran çizer olmaktı. Ben de bunu istemedim, asıl amacım Vertigo’ya yeni bir seri çizmekti. Derken 2006 yılının Şubat ayında Vertigo’nun Yayın Yönetmeni Karen Berger bana Kahire’den bahsetti ve “original graphic novel” olacağını üstelik hardcover basılacağını söyledi. Kahire özgün bir proje olacaktı ve ben de co-creator yani ortak yaratıcı unvanı alacaktım. Bu, benim istediğim ölçüde bir başlangıçtı ve seve seve kabul ettim. Yani Kahire, yazarı çizeri Müslümanlardan oluşan bir kitap olmalı niyetiyle yapılmadı. Kahire’de olan şey tamamen rastlantıydı ve “yeteneğimi değil de Müslüman bir ülkeden geliyor olmamı mı önemsediler” paranoyası göstermedim. Eğer böyle düşünseydim su anda Kahire’nin çizeri bir Amerikalı olacaktı ve kim olacağını da ben biliyordum. Ben olmasaydım yerime bir başka Müslüman çizer aramayacaklardı.


Özellikle 11 Eylül’den sonra Batı’da yaşayan Batılı eğitim almış Müslümanların yorum ve üretimleri çok ilgi çeker oldu. “Düşmanı” tanımak ve öğrenmek isteyen bir “Batı” var karşımızda… Kahire’nin başarısı bu ilginin bir parçası sayılabilir mi? Örneğin Mısır’da yayınlandı mı albüm ya da kitapla ilgili Kahire’de bir etkinlik oldu mu?


Bu bahsettiğin tarzda bir yaklaşım daha çok gazetecilikte görülüyor. Ben bunu “düşmanı tanımak” gibi negatif bir perspektiften görmüyorum. Amerikalılar daha çok yabancı olanı tanımak istiyorlar. Bu yemek seçimlerinde bile görülüyor. ABD’de başka kültürlere ait restoranların popüler olmasının nedeni de bu. Edebiyata bakışlarında da bu görülebilir. Khaled Hosseini’den Isabelle Allende’ye, Lorca’dan Orhan Pamuk’a kadar birbirinden kültür olarak çok farklı birçok ünlü ismin ABD’de kazandığı başarının da nedenlerinden birisi budur. Diğer yandan Kahire üniversitesinde albümle ilgili olarak uydu aracılığıyla gerçekleşen bir konferans yapıldı. Onun dışında Willow’un katıldığı bir kaç başka etkinlik oldu ve kitap hakkında yazılı basında haber ve makaleler yayınlandı.


Uçan halılar, cinler, kargaşa dolu mekânlar, kirli ve kalabalık sokaklar… Nasıl bir Kahire miti oluşturdun? İstanbul da benzer biçimde resmediliyor. Bu görsellik ister istemez bir klişeye dayanıyor ama hikâyeyi de bütünlüyor…


Evet, çizgi romandaki Kahire, İstanbul’a benziyor. Kahire’ye hiç gitmedim ama hiç bir şehir görüntüsünü kafadan çizmedim. Hemen tüm şehir kareleri için referans fotoğrafları kullandım. Kahire görüntülerinin klişe görüntüler olması çok doğal çünkü Kahire her yeri -neredeyse- aynı olan bir şehir. Bu klişe yaklaşım daha çok İstanbul’da gecen yabancı filmlerde rahatsız edici oluyor çünkü yabancı sinemacılar İstanbul’u otantik göstermek istiyorlar. Avrupai taraflarını kullanmıyorlar. Kahire’de ise Avrupai bir görüntü oluşturmaya çalışmak ya da o klişenin dışına çıkmak şehri yanlış betimlemek olurdu. Bu tüm şehirler için geçerli. Bütün romantik komediler Manhattan’da, bütün suç filmleri Brooklyn ya da Bronx’da, bütün mafya filmleri New Jersey ya da Little Italy’de geçer. Örneğin birlikte bir film izlemeye başladık diyelim. Ve filmin ilk karesinde karlar içinde Moskova’yı görüyoruz. Ve ekranın hemen altında şöyle yazıyor: “Moskova, saat 17:35.”. Daha filmin ilk sahnesinden bu filmin romantik komedi olmadığını anlarız. Ya bir casus filmi başlıyordur ya da bir James Bond filmi. Ya da filmin ilk sahnesinde Paris’te ışıl ışıl bir cafe görüyoruz ve fonda Edith Piaf çalıyor. Daha ilk on saniye içinde bir süper kahraman filmi izlemediğimizi anlarız. Dolayısıyla Kahire’de gecen bir öyküden de beklenenler mistizm, tarih ve politika üçgeninde toplanıyor.

Sadece Kahire için söylemiyorum bunu, olağanüstü nitelikli insanlar, cinler, şeytansı tiplemeler vs… Pek çok anlatıda benzer bir aura görebiliyoruz. Sanki çizgi roman tam da bu auranın merkezinde. Böylesi hikâyeler bekleniyor ondan sanki. Ne dersin? Çizgi roman nasıl olmalı, seni cezbeden hikâyeyi merak ederek soruyorum biraz da… Veya çizgi roman ne olmamalı?


Bence türler üstü olmalı, gezinmeli çizgi roman. Yani görsel malzeme verme ihtimali yüksek olduğu için aksiyon, süper güçler ve bilim kurgu türlerine esir olmamalı. Edebi yani ağırlıklı olan ve sadece “macera”ya endeksli olmayan, içinde fikirler ve buluşlar olan ve karakterlerin öne çıktığı bir öykü benim tercihim. Bence çizgi roman, metin olarak okunduğunda da tatmin edici olmalı. Ama çizgilerle birleştiğinde farkını da göstermeli. Güzel bir hatıramız vardır, herkes bunu anlatamaz, o güzel bir hatırayı maharetle hikâyeleştiren birinin bize hissettirdiklerini verebilmeli çizgi roman.


Birgün Kitap, 26.11.2011

Cumartesi, Kasım 26, 2011

Linda Vaughn


Linda Vaughn, altmışlı yıllardan itibaren Amerikan popüler kültürünün fetişlerinden biriydi. Otomobil yarışlarıyla özdeşleşen bir şöhreti oldu, Miss Hurst Golden Shifter olarak tanındı. İlerleyen yaşlarında bile otomobil ve yarışlarla ilgili tv programlarında yer aldı. Tek yaptığı yarışmalardan önce pistte yürümek ya da bir araba üstünde seyircileri selamlamaktı. Neredeyse yirmi yıl bir fetiş bir nesne gibi teşhir edildi, geçimini bu işten kazandı vs. Doğal olarak bugün hatırlanmıyor, aptal sarışın karikatürünün bir örneğiydi, bu klişeden faydalandı ama bu klişeyi de pekiştirdi demek gerekiyor. Bana altmışlı yılları, Watergate öncesi yetmişli yılları hatırlatır. Vasati erkek beğenisi, abazanlık, aptal sarışın fıkraları ne dersek diyelim Linda Vaughn tam da oradan türemiş ve var kalabilmiş bir isim. Linkte Linda gibi diğer Hurst kızlarını resmeden bir sayfa bulacaksınız.
link

Mahrem 53

Perşembe, Kasım 24, 2011

Sansürsüz Ceyn



Tarzan and His Mate (1934) filminden bir bölüm. Sansürlenmiş bir sahne demek gerekiyor. Kadın oyuncunun bir yüzücü olduğunu, Maurenn O'Sullivan olmadığını da tahmin edebilirsiniz. Bilmediğim bir ayrıntıydı, çok beğendim, paylaşmak istedim: bir parça uzatılmış gelebilir ama o dönem teknik olarak pahalı ve zor br zahne bu. Tadını çıkartmak istemişler. İlginç bir estetik olmuş.

Salı, Kasım 22, 2011

Elele

Şöyle bir fotoğrafla karşılaştım, bir heykelcik resmi aslında. Lenin, Mickey Mouse ve İsa elele. Muhafazakar ve komplocu bir zihniyet tasarlamış, bu çok açık. Türkiye'de ve dünyada popüler kültür tartışmaları büyük çıkarımlarla, sert ve büyük iddialarla sürdürülüyor. Heykelciğe bakarak şöyle söyleyeyim: Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Walt Disney'den hiç hazzetmeyip alternatifler üretmişti, hakeza Kilise, pek çok ülkede karşı kampanyalar yapmıştı. Disney'in anti-komünist içeriği kitaplara konu olmuştu, çocukları dinden uzaklaştırdığı-yakınlaştırdığı söylenmişti vs. Heykelciğe bakınca acaba dedim düşman kardeşleri elele tutuşturarak bir hınzırlık mı yapılmış. O da değil...Bu da bir yorum canım alelacayip diyelim işte...

Pazartesi, Kasım 21, 2011

Mor Menekşeler Ne Anlatıyor?

Mor Menekşeler, "insan insana muhtaçtır" ile "insan insanın kurdudur" arasında salınan, dolaylı ve doğrudan bu yaklaşımları tartışan bir hikaye... Yoksulları, kabadayıları, kısmen zenginleri, siyasetçileri, rant kavgalarını, kanun koruyucular ile kanun koyucuları anlatacağız ama hep bu iki temel iddia arasında gidip geleceğiz. Dizide anlatılan bütün aşk hikayeleri bile bu iki iddia arasında savrulacak.

Bilinçaltı 25

Cumartesi, Kasım 19, 2011

Sol ve Popüler Kültür

Popüler olan herhangi bir şey ister istemez çoğunluk değerlerini yakalar. Eğer baktığımız şey tarihi bir şeyse, örneğin ellili yıllarda çok beğenilen, çok satan, çok konuşulan bir şeyse o ürünün içeriğine ve yansımalarına mutlaka bakmamız gerekir. Bir dönemin, o dönemi yaşayanların veya o toplumun bir zihniyeti varsa -ki var, bunu anlamanın yollarından biri de o popüler olana bakmaktan geçiyor. Popüler kültür ürünleri çabuk eskirler, çabuk eskidikleri için değersiz ve önemsiz bulunurlar. Buna rağmen onları incelemek siyaseti, kültürü, bir toplumu anlamamız için önemlidir diyorum. O unutulan örüntülere (Bir filme, romana, şarkıya, çizgi romana, mizahına) bakmak o toplumu anlamak adına elimizi güçlendirir diyorum. (...) Pek çok yorumcu popüler kültür olgusunu halk kültürüyle birarada ele alıyor, kitle kültürü kavramsallaştırması yaparak ilerliyor. Benim yaklaşımım, endüstri devrimiyle ve kitle gazeteciliğin başlamasıyla koşut ilerlemekten yana. Modern şehirlerin kurulması, ulaşımın kolaylaşması, eğitimin birörnekleşmesi, çok satışlı gazete ve dergilerin ortaya çıkmasıyla birlikte popüler kültürden söz edebiliyoruz. Popüler kültür, geniş anlamıyla eğlencenin bir parçası. Yaşanan hayatın sıkıntılarından uzaklaştıran bir rahatlama aracı. Basit herkes tarafından anlaşılan ve paylaşılabilen bir mesaj ya da fikir taşıyor. Eğer böyle olmasa yaygınlaşamaz, satış şansı olamaz. Modern devletler yasa ve yargı yoluyla bütün yayınları denetlerler, eğitim yoluyla oluşturulan kültür ve ahlak kodlarına göre anlatıları incelerler. Sansür eder veya yasaklarlar. Ama aslolan popüler kültür üreticilerinin resmiyeti, anaakım kültür ve ahlak kodlarını biliyor olmalarıdır. Çok satarsanız, popüler olursunuz; popüler olmanın yolu da çoğunluk değerlerini korumak ve pekiştirmekten geçer. Elbette biz ürünlerin nasıl tüketildiklerini her zaman bilemeyiz. Çünkü her ürün, tekbiçimli değildir ve farklı muhalif kodlar da içerebilir. Örneğin Kızılderililer western filmlerinde genellikle kaybeden tarafta olan kötü adamlardır ama biliyoruz ki Kızılderililer bu filmlerin sadece ilk yarısını seyredip televizyonu kapatıyorlarmış. Popüler kültür dediğimizde televizyonu kapatan kızılderiliyi de hesap etmeliyiz. (...) Örgütsüzleştirme geçmişte de vardı, popüler kültür ürünleri de daima etkili oldular. Ama yaşadığımız çağ, internet üzerinden gelişiyor ve herşey çok hızla etki kazanıp kaybediyor. Şöyle bir örnek vereyim. Son beş yılda dünya tarihinin en kapsamlı global muhalif eylemleri oldu. Bu denli geniş katılımlı, bu denli etkisi olan, aynı anda ve eş zamanlı gelişen protestolar daha önce hiç gerçekleşmemişti. Etkisi ne kadar sürdü veya bugün geriye dönüp hatırlıyor ya da yeterince önemsiyor muyuz bu eylemleri? Hayır... Çabuk unuttuk, çünkü ilgimizi çabuk dağıtan ve değiştiren bir gündemle yaşıyoruz. Bu ilgilenmediğimiz ya da umursamadığımız anlamına da geliyor, alelacayip bir karamsarlıkla kendimizden utanarak yaşıyoruz. Muhalefet dediğimiz zaman aklımıza gelen şeyi belirleyen en temel mecra nostaljiden çıkıyor. Orta Anadolu'da şöyle bir söz vardır: "İyi insanlar mezarlıkta yaşar" derler. Ölü sevicilikten yana değilim, nostalji de tükenmişliğin göstergesidir. Popüler kültürü küçümsemekten vazgeçip onu yönlendirmeye çalışmak da bir sol mücadele ekseni olmalı... Popüler kültürün ne olduğunu görüyoruz, nasıl bir etkisi olduğunu da görüyoruz. Ondan iğrenerek bir ömür geçirdik, bir yandan sürekli "halk" diyerek başka tür olumlu bir halk tahayyülüne taptık. Başka bir dil üretmemiz gerekiyor, kimse kimseye solculuk dersi vermesin. Sürekli bir hınçla konuşuyoruz, birilerini suçluyoruz, hainler, dönekler, şunlar bunlar diyoruz... Onlardan bahsetmeden konuşma yapamıyor, yazı yazamıyoruz. Sol, popüler kültür içinde bu hınç dolu dille varolamıyor. Varolamadığı için de örgütsüzlük diyoruz, hayıflanıyoruz (...) [Popüler kültür ile tüketim kültürünü] Birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil... Hısım akraba bile değiller, aynı yumurta ikiziler... Başlangıcından bu yana aralarında sıcak ve doğrudan bir ilişki vardır. Ünlü bir oyuncunun giydiği fanila, eşarp ya da eldiven bir modaya dönüşebilir. Cahide Sonku'nun eşarplarına Aysel denmesi boşuna değil veya Gilda eldivenlerini, Ayhan Işık fanilasını düşünün. Yakın dönemi hiç saymıyorum. Bihter çizmelerinin yarattığı infiali hatırlayın, oysa hep olagelen ve bitmeyen bir bağlamdır bu. Popüler olan ticari olarak pazarlanır ve pazarlanabilir olan başka türlü yaygınlaşır. Popüler olabilmek için ticari ağların içinde olmanız gerekir. Neyin popüler olacağını bilmeniz veya gerçekte popüler bir içerik sağlamanız bile bu bakımdan yeterli değildir. Bu ağın içinde değilseniz popüler olamazsınız. Popüler olduğunuzda da o ağ sizi zaten pazarlanabilir bir meta olarak kullanır, kendi bağlamınız dışında farklı biçimlerde değerlendirilirsiniz (...) Siyasi tarih açısından bakılırsa seksenli yıllar önemli ama bence, 1989 sonrası konjonktür daha önemli. Ben doksanlı yılların ilk yarısında 12 Eylül kültürünün tam anlamıyla çöreklendiğini düşünüyorum. Son on yıl AKP dönemi başka türlü tartışılmalı... ama popüler kültür bağlamında ele alacaksak televizyon çağı ve internet çağı var, her ikisi de zihniyeti, algıyı, kültür ve siyasetle, hayatla ilişkimizi etkilediler. Perhizcilik ve fedakarlık gibi yaşama biçimleri hazcı ve bireyci açılımlara bıraktılar yerlerini. Bu sadece Türkiye'yi ilgilendiren bir dönüşüm değil. Global ölçekli bir dönüşüm oldu. İyi ve kötü tarafları var bu dönüşümün. Popüler kültürü bu dönüşümün sebebi ya da sonucu sayamayız. Suçlamaktan ziyade anlamaya çalışmak çok daha anlamlı ve doğru olur (...) Doğrusu gençlik demek kimlik sorunu demektir. Yüz yıl önce de gençlerin apolitik, yetersiz, kifayetsiz olduğu düşünülüyor ve ne yapılması gerektiği tartışılıyordu. Türkiye'de popüler kültür üreticileri çok bilerek, tasarlayarak üretim yapamıyorlar. Bu tutar diye o işe girmiyorlar. Hazır ve tutmuş formülleri görerek tekrarlıyor, revize ediyorlar. Buna rağmen başarısız da olabiliyorlar. Popüler kültür üretimlerinin "görünmez bir el" tarafından tasarlandığını düşünmek yanlış...Örneğin Amerika'nın Türkiye'deki dizi üretimlerini desteklediği iddia edilebiliyor. Popüler olan her şey emperyalizme hizmet eder gibi bir yargı var. Sadece Amerika'ya bakarsanız orada da popüler kültürün tartışıldığını görebilirsiniz. Muhafazakar kesimler, orada da filmlerin ve dizilerin "Amerikan düşmanı" yetiştirdiğini iddia edebiliyorlar. Gençlikle popüler kültür ilişkisi genellikle olumsuz algılanır. Tüketim kültürü, moda, ahlak, apolitizm tartışılır. Popüler kültür ürünlerinin gençleri her anlamda kötü olana sevkettiği düşünülür. Ne zaman? Her zaman...Cumhuriyet tarihine bakarsanız her zaman söylenmiştir bu...Genç dediğin ebeveyni ile tartışacak, senin beğendiğini beğenmeyecek, başka modalara kapılacak, taklit edecek ve kişiliğini bu küçük ya da büyük isyanlarla sağlayacak... 68'in isyankarları o isyan öncesinde "bohem" değiller miydi? Bohemliğe karşı çıkarken kendi geçmişlerine de karşı çıkmadılar mı? Gençlik ve popüler kültür ilişkisine yönelik tartışmaların altında bir ahlakçılık yattığını düşünüyorum. Yaşlı adam, "neler yaşadık biz neler" türü öğreten adam, amir ve ebeveyn tavrıyla aramıza bir mesafe koymalıyız. Solcuysak bunu yapmalıyız (...) Reçetem yok hissettiğimi söyleyeceğim. Sağcılar konuşuyor ve biz onları eleştiriyoruz. Tabii ki bunu yapacağız. Ama onlar konuşmadan konuşamaz hale geldiysek üretimin dışında kalmışız demektir. Solcular popüler kültürünün içerisinde olmalılar, mevziler savaşı vermeliler. Ölü sevicilik yapmayacaklar, yeni, taze ve farkındalığı yüksek bir dil kuracaklar. Gençler değil bence mesele, sahi söylüyorum bu öğreten adam havasıyla didişmeliyiz, kimse kimseye solculuk ayarı vermesin, bunu da akılda tutalım.
Bir sendika dergisi benimle röportaj yaptı. Cevaplarımdaki solla ilgili görüşlerimi beğenmemişler ki çıkartmamı istediler, işte gençlik dergisiymiş de şu bu...Üniversitede çalışırken bu sendikanın fakülte temsilcisiydim, bu solculuk bir gün beni öldürecek demeyeceğim, mücadeleye devam edeceğim, bu solculuk değil çünkü. Röportajı geri çektim, soruları çıkartarak (çünkü bana ait değiller. sorandan izin istemek filan iş uzar) aktarıyorum.
Related Posts with Thumbnails